Çocukluğum yeşili çok betonu az bir sahil kasabasında geçti benim. Büyük kentlerin keşmekeşinden, egzoz dumanından, gürültüsünden, telaşından uzakta dingin bir yaşamımız vardı. Evlerimiz üst üste dizilmiş kibrit kutuları gibi değil, bahçeli, müstakil evlerdi. Özgürlük alanı en geniş olanlarından. Meyveyi dalından koparıp yer, sebzeyi de olanaklar ölçüsünde bahçemizde yetiştirirdik. O yüzden bilirim domatesin kokusunu, kabak çiçeğinin sarısını ve sabah gün doğmadan toplanması gerektiğini, aksi takdirde sönüp kendisini kapatacağını. Uzun sözün kısası başka bir yaşamdı benim çocukluğum/ bizim çocukluğumuz. Güzel günlerdi bir başka ifadeyle.
Şimdiyse manavın, bakkalın ne olduğunu bilmeyen, tüm gereksinimlerini AVM’lerden karşılayan bir nesille kucaklaşıyoruz. Ev-ofis-AVM üçgeninde geçen bir yaşam. Az oksijen az yeşil. Dolayısıyla da gergin bir toplum. Hepimizin birer “Sessiz Bahçe”ye gereksinimi var aslında. İçine düştüğümüz buhrandan bizi çıkaracak olan sessiz bahçelerdir.
“Sessiz Bahçe” Armağan Can Akınay’ın kaleme aldığı ve Tilki Kitap etiketiyle çocuklarla buluşan bir kitap. Taşınma günüyle başlıyor bütün hikaye. Kahramanımız Nehir’in annesi Elif Hanım ve babası Murat Bey’de tatlı bir telaş var o sabah yeni alınan evin getirdiği mutlulukla birlikte. Apartman dairesinden bahçeli bir eve taşınıyorlardı. Daha dingin bir yaşamları olacaktı artık. Ve bahçenin sakinleri, Nehir’in yeni arkadaşları. Amur, Eğdir, Lema, Emla, Zakir ve Kazi. Sessiz bahçenin altı ağacı…
Kitap konusu bakımından çocuklarda bir farkındalık yaratabilir. Fakat neyi anlattığınız kadar nasıl anlattığınız da önemlidir. Anlatım bakımından hata olarak değerlendirebileceğim noktalar da var. 55. sayfada “Yangın” başlıklı bir bölüm olsa da yangın yok aslında. Küçük bir alevlenmeyi bu şekilde tanımlamış olmak çocuklara da doğal gelmeyecektir. Muhtemel ki Akınay, kurguya biraz heyecan getirmek istemiş. “… Elif Hanım telaşla bahçeye koştu. Merdiveni alıp yan evle ortak olan duvara dayadı ve üzerine tırmandı. Böylece yan evin bahçesini görebiliyordu. Haklısın, Nehirciğim! Burada yangın çıkmış ama çok büyümeden fark etmişsin. Acele edersen söndürebiliriz…” Gerçek anlamda bir yangın olsaydı anne-kızın çığlık çığlığa koşuşturmaları gerekiyordu. Bir de devamında sayfa 57’de şu ifadeler: “Tamam kızım, yangın söndü. Seni kutlarım. Hem yangını fark ettiğin için hem de söndürmeme yardım ettiğin için. Akşam baban gelince konuşalım. Aynı olayın tekrarlanmasını istemeyiz.” Oysa ki wats app’ten video ya da fotoğraf göndermeyi bir kenara bıraksak bile böylesi bir faciayı haber vermek için akşam beklenmez, olayın hemen sonrasında aranır baba ve heyecanla, korkuyla anlatılır tüm olan biten. Çünkü bugünkü davranış tarzımız bunu gerektiriyor. Dolayısıyla bu alevlenmenin bir ‘yangın’ olmadığına dair de bir göstergedir bu.
Akınay’ın satır aralarından gösterdiklerini de atlamayalım ama. 58. sayfada “… elbette vermezsin ama bazen bilmeyerek de olsa yangına sebebiyet verebiliyor insanlar. Söndürdüğünü düşünüp attığı sigaradan, yakıp da tam söndürmediği ateşten veya içtikten sonra bıraktığı cam şişeden dahi yangın çıkabilir. Yangınlarda sadece ağaçlar yok olmaz, hayvanlar da yok olur ya da yuvasız kalırlar. Toprak kötüleşir, verimsizleşir, hava kirlenir, çevre kirlenir, dedi Amur.” Yangın haberlerini sunarken ‘neyse ki can ve mal kaybı olmadı’ diyen haber sunucuları da buradan gerekli dersi çıkarsın artık!
Örnekleri tek tek buraya alarak yazıyı gereksiz yere uzatmayalım. Fakat son bölümdeki şu tümce kitabın en kısa şekilde özeti olabilir: … Ama öğrendiklerimizin en önemlisi dünyanın tek sahibinin insanlar olmadığı, ortak bir yaşamın olduğu ve her canlının birbirine saygı göstermesi gerektiğiydi.”
Son söz olarak 84. sayfada yer alan, Öykü’nün ne cevap vereceğini bilemediği “Öykü, sen ağaçlarla dost musun, onlarla konuşabiliyor musun?” sorusunun yanıtını vereyim 89. sayfadan alarak: “Öykücüğüm, bu romanı yazmak nasıl aklına geldi, diye sordu öğretmenleri Ahmet Bey.” “Aslında romanımdaki Nehir benim. Tek farkla, ben ağaçlarla ve hayvanlarla konuşamıyorum.”
Sesiz Bahçe konu seçimi açısından iyi, anlatım açısından daha iyi olabilirdi diyebileceğim bir kitap.
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (3 Eylül 2018)