Bauman ve Obirek’le “Tanrıya ve İnsana Dair” | Sultan Sarı

Eylül 6, 2018

Bauman ve Obirek’le “Tanrıya ve İnsana Dair” | Sultan Sarı

Bu kitap son yıllarda okuduğum en zengin içerikli tartışma ve aslında bitmeyen ve bitmeyecek görünen bir tartışma sundu bana! En temel soru ile karşı karşıyayız. Net bir cevabı olmayan ve olamayacak olan ve tarih boyu sayısız yorumlara yol açan: Tanrı’ya ve İnsana Dair.

Tevazuu ile sunduğu tartışma arasında büyük bir tezat var. İyi ki de var! Bu tartışmayı yapanlardan biri olan Stanislaw Obirek günümüz kültürlerinde din, dinler arası diyalog, dinler ve kültürler arasındaki çatışmaları aşmanın yolları üzerine düşünen ve çalışan bir teolog ve kültür tarihçisi. Zygmunt Bauman ise “1925’te Polonya’da doğmuş sırasıyla faşizmi, sosyalizmi ve kapitalizmi eleştirel bir mesafeyi koruyarak yaşamış ve hiçbir zaman bağımsız entelektüel kişiliğinden taviz vermemiş” bir sosyolog.  Ama onlar kendilerini bir teolog ve sosyolog olarak konumlandırmaktan çok hala sorgulayan öğrenen bu yönde sohbet eden iki insan olarak okuru bu sohbete davet etmeyi tercih ediyorlar. Ortaya hem kolay okunan hem de entelektüel açıdan çok doyurucu bir kitap çıkıyor. Önsözde dedikleri gibi bu kitap “daha konforlu bir yaşam vaadinde bulunmayabilir ancak farkındalığı ve öz-denetimi daha güçlü, daha iyi bir öz-kavrayıştan yararlanan bir yaşam vaat etmektedir”.

Bu vaat “dinin çoğulculuğu” ve  “birbirimize olan bağlılığımız”a ilişkin farkındalığımızla gerçekleşebilir. Obirek’e göre; “monoteist dinler bile, çoğulcu temellerini asla unutmuş değiller”. Bauman’a göre “ monoteizm aynı hakikat gibi, agonistik[1] bir fikirdir ve sadece ölümüne bir savaş içinde işlevini sürdürebilir. Tıpkı hakikat fikri gibi, görüş çokluğundan ve aralarında tercih yapma zorunluluğundan doğan ve hipotetik bir mutlak, evrensel uzlaşma halinde gereksizleşen, Tanrı’nın tekliğine yapılan ısrar dolaylı olarak, diğer görüşlerin varlığına ve onları yasaklama niyetine delalet etmektedir”. Obirek’e göre de “monoteizmin yapısı özü itibariyle çatışmacıdır ve hem var olma sebebini hem de gücünü çatışmadan almaktadır”. Onu çeken şeyin “farklılık ve çoğulculuk” olduğunu, çünkü , “tek Tanrı’ya inanan biri olarak çok uzun süre yenik düştüğü ayartmaları aşma ihtimali olduğunu gördüğünü” belirtiyor. Bauman bu yönde “özgürlüğün olduğu yerde çatışma ve münakaşa olacaktır. Ama çokça sorumluluk da vardır”. Ona göre hakikat yolunda ilk cazibede baştan çıkarıcılığın tuzağı vardır belki ama ikincisinde “kurtuluş imkânı”. O hep güvenlik ve özgürlük diyalektiğine dikkat çekmekte ve biri olmadan diğerinin olamayacağını söylemektedir. Hem zaten “iyiliğe giden yolları döşemede ve onu kötülüğe kapamada bizi yardımcı olmaya davet eden Tanrı, kolay bir yaşam vaadinde bulunmamıştır. Sadece Adem’e ekmeğini alın teriyle kazanacağını, Havva’ya da sancı çekerek çocuk sahibi olacağını ilan etmiştir” (sy 43). “Onları seçmeye mahkûm ederek ve böylece baştan çıkmanın ayartıcılığına maruz bırakarak Tanrı, insanları yaratma edimine dâhil olmaya davet etmiştir” (sy 46).

Obirek için köktencilikleri besleyen zemin aynıdır: “insanın kendi içinde bulamadığı işaretlere ve kesinliklere duyduğu özlem ile bundan böyle dört gözle uzmanlar, otoriteler, çözümler aramasıdır ” . Bauman buna “cahillik ve acizlik” der. Obirek’e göre “ortak kaderin farkındalığı”  insanlar arasındaki gerilim ve kutuplaşmaları azaltacaktır. Onun ilgilendiği şeylerden biri de “ilginç bağımlılık ilişkileri yakalayan din sosyologlarının kavrayışlarıdır”. Çünkü sosyolojik duyarlılıklar ideolojik tuzaklar karşısında iyileştirici güce sahiptir. Ona göre teolojik uzmanlığa sahip insanlar, bir sosyoloğun ve şüpheci bir filozofun gözlemlerinde huzur bulabilirler. Obirek’e katılıyorum. Paradoks gibi görünen bu durumlara örnekler biliyorum çünkü. Bauman ve Obirek’in sohbetine aktif tanıklık ediyorum. Neden siz de katılmayasınız? Yaşam pratiklerinizi düşünün ve yaşam stratejilerini…

Obirek  “hakkında yazmak istediğiniz bir umut kaynağınız var mı”  diye Bauman’a sorduğunda aslında cevabı biliyor olmalı. Onun Günther Anders’in “Prometeus sendromu” kavramına atıf yapan cevabı özetle şöyledir: “Bu sendromun açığa çıkışı, bulduğumuz ve yaptığımız şeylerin mükemmelliğiyle eşit derecede acı çekmemizdir… Utanç ve kıskançlık… Aşağı konumdan ötürü utanç içinde olma ve kaçınmak için yıkıcı arzularla dolma. Doğaya kafa tutma… Bilinmeyen ve kafa tutan şeylerden duyulan korkunun dışında, Prometeus sendromu bu yetersizlikten tahammülü imkansız, aynı zamanda hem yabancılaştırıcı hem de alçaltıcı bir durum yaratır… Kurtulma imkanımız çok cılız… Peki bize ne kalıyor? Sadece onun yorucu refakatine uyum sağlamayı öğrenmekTanrı değiliz ve Tanrılara dönüşme şansımız hiç yok…”(sy 56).

Bauman’ın verdiği tüm referanslar, kavramlar ve dolaylı ifadeler ve edebi anlatımına rağmen “Tanrı’ya ve İnsana Dair” cevabı aslında bu kadar net. Obirek’e göre de “tek kalan, olduğu haliyle gerçekliği sakince kabul ederken, aynı zamanda ruhsal bir dinginliği korumaya çalışmak” gerekir ve “bu trajik gerçekçilik hala iyimser hayalcilikten iyidir”. Ama umutta Tanrı gibi ölümsüzdür ve sadece insanlıkla birlikte yok olabilecektir. Gadamer’in de dediği gibi “bilgiye, karşılıklı anlayışa giden tek bir yol vardır: ufukların kaynaşması” (sy 79) .

Sonuç olarak onlar umutların kaynağını ararken kaçınılmaz bir noktaya varırlar ki bu birbirimize olan bağımlılığımızdır. İsterseniz bunu Obirek’in sözünü ettiği “trajik bir gerçeklik” olarak yorumlayabilirsiniz. Bunda özgürsünüz. Ama Bauman sözünü ettiği “özgürlük ve sorumluluğun birlikteliğini” hatırlamakta fayda var ve hatta fayda demeyelim de “umut” diyelim. Bu umut, Obirek’in deyimiyle “fikir, kaygılı yüreklerini avutmaya çalışan, kulaklarını dinlemek üzere kabartan kişilere ulaşmaktır”… ”Kendilerini kaderin es geçtiği veya gölgelerde bıraktığı seçeneklere açmak”. Evet Bauman için her buluşma böyledir. Ama Facebook ve Twitter dünyasındaki buluşmalar, ona göre, ufukların kaynaştığı değil onulmaz ıraklıkların kabul edildiği buluşmalardır.  Bölümün sonunda sorar “insanların birbirini kabul ettiği ve birbirlerine yardımcı olmak adına, ‘ketumlukta, dizginlenmiş tutkularda, sakin bir tonda’, ‘neşeli ve parlak, düpedüz saf’ bir ortak insan yaşamının reçetesi acaba bulunur mu? Dahası bundan ötürü ‘renklerini kaybetmeden tanıdık hale gelme’ ihtimali var mı?”. Böyle bir ihtimalin olasılığı zaten umudun kaynağıydı. Bu yönde kitabın bir sonraki bölümünün başlığı: “Ufukların kaynaşması” …

Obirek’e göre ufukların kaynaşmasına sayısız örnek sunan da dinin ta kendisidir. “Doğal nezaket ilkesi” olan “empati ”ye vurgu yapar ve “empati olmayınca çoğu şey ham kalır ve asla gün yüzünü göremez” (sy93). Bauman’da denemeler de başarısız olunsa da denemeyi bırakmamak gerektiğine dikkat çeker. Çünkü “ufukların kaynaşması, bir araya gelmenin, insan yaşamına ait pratiklerle deneyimleri birleştirmenin temelidir. Ona göre Huntington’un “medeniyetler çatışması” düzeyinde imkânsız görünen şey yerelde pratik olarak amansız bir zorunluktur ve umut da buradadır.

Onların da vurguladığı gibi “Tanrı da umut da insanlıkla ölür”.

Akın Emre Pilgir’in çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan, hem kolay okunan hem de entelektüel açıdan doyurucu bu kitabı tanıtmayı deneyerek umuyoruz ki onların arzuladığı o umut verici buluşmalardan birini gerçekleştirmiş olduk…

Sultan Sarı – edebiyathaber.net (6 Eylül 2018)

[1] Türk Dil Kurumu’na göre “agonistic; dövüşme, kaçma, yarışma gibi hayvan davranışı” (http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&view=bts&kategori1=veritbn&kelimesec=4445)

Yorum yapın