İyi ki şu dünyadan John Berger geçti. Aslında geçti demek yanlış elbette; sadece geride bıraktığı onlarca makale ve kitap değil, dünyanın her yerinde edindiği dostları, dünyanın her yerinde bıraktığı anıları ile de aramızda varlığını sürdürüyor. Pek çoğumuz için hiç tanımadan en yakın dostumuz, dert ortağımız, sığındığımız ve huzur bulduğumuz bir liman. Hem varlığı hem de bu kadar üretken olduğu için çok şanslıyız; kitaplarını dönüp dönüp okuyarak hiç sıkılmadan bir ömür geçirebilirim.
Metis Yayınları sağ olsun, John Berger okumanın o doyumsuz hazzını yaşatacak bir kitap daha yayımladı: Portreler. Kitap, M.Ö. 30.000’lerdeki mağara resimlerinden başlayarak günümüzde yaşayan sanatçılara kadar, Berger’in onlara dair yazılarının bir derlemesi. Yaklaşık 500 sayfadan oluşan ve 74 yazının bulunduğu bir hazine de diyebiliriz. Yazılara konu olan sanatçıları tanısanız da tanımasanız da Berger okumanın tadını her yazıda sonuna kadar yaşıyorsunuz. Çünkü, Berger okurları bilirler, bir esere, bir sanatçıya, herhangi bir konuya Berger’in penceresinden bakmak, aynı zamanda kendi hayatımıza ışık tutmak anlamına da gelir; kendi yolumuzu çizerken destek almaktır biraz da;bir başka yanıyla da yaşama dair, direnmeye dair, cesur adımlar atabilmeye dair, sevgiye ve barışa dair umut ve güç edinmektir biraz da…
Yaklaşık 1450-1516 yılları arasında yaşamış Hieronymus Bosch’u anlattığı yazısının her satırının altını çizdim diyebilirim. Berger, genel olarak sanatçının böyle bir amacı olmasa da, bazı resimlerin geleceğe dair kehanette bulunduğunu söylüyor. Örneklerinden biri Bosch’un Milenyum Triptiği adlı eseri. Resimdeki cehennem tasvirinin, bizim yaşadığımız yüzyıldaki küreselleşme ve yeni ekonomik düzenle dünyaya dayatılan zihinsel iklimin tuhaf bir kehaneti olduğunu öne sürüyor. Yazı, resmin yorumu olduğu kadar, müthiş bir kapitalizm ve yeni dünya düzeni eleştirisi aynı zamanda. Üç bölümden oluşan eser üzerinde yer alan hikâye ve kurgudan yola çıkarak, Berger’in bugünün en güçlü silahı dediği finans nedeni ile her dakika milyonlarca insanın öldüğü ya da yaralandığı, bugün yüz milyon çocuğun sokakta yaşadığı, iki yüz milyon çocuğun ise küresel emek gücünün neferi olduğu bir dünya gerçeğine ulaştırıyor okuru. Ama hemen her yazıda değindiği bugünün vahşi kapitalizmini eleştirirken umutsuzluğa da asla izin vermiyor.
“Cehennem içeriden geçersiz ilan edildiğinde, cehennemliği son bulur.”
Aslında her yazıda Berger’in siyasi, sosyal ve toplumsal konulardaki görüşlerine, yaşamdaki sarsılmaz sanatçı duruşuna, adaletin ve insanlığın sürekli kaybettiği bir dünyada sanatçının kim olduğu ve kim olması gerektiğine dair söylemlerini okuyoruz. Jackson Pollock’a dair yazısında soruyor: “Eğer bir sanatçı kendisinin de içinde bulunduğu kültürel durumun çöküşünü sorgulamaz ya da ilerisini düşünmezse yetenek onu nereye kadar bundan muaf tutar?” Bu soru size de bugünümüze dair bir şeyler hatırlatıyor mu? Pieter Brueghel’e dair yazısında ise Brueghel’iBrecht ile buluşturuyor; her ikisinin de ortaya çıkardığı eserlerle, direnmemenin kayıtsızlık olduğunun, unutmanın ya da bilmemenin de kayıtsızlık olduğunun ve kayıtsızlığın göz yummak anlamına geldiğinin anlaşılmasını istediğini söylüyor. Kitaptaki her sanatçı yazısı “sanatçı” ve “sanatsever” kavramlarını tekrar ve tekrar sorgulatıyor. Berger, sanata dair yazıyor olabilir, diğer yandan siyasi yönü çok güçlü yazılar bunlar; bir dolu sorunla uğraşan ülkelerin kültür ve sanat ortamı kadar aslında hemen her alanda karşı karşıya kaldığı çıkmazları ve nedenlerini daha iyi anlıyorsunuz okudukça…
Kitapta Abidin Dino’ya dair bir yazı görmek insanı gururlandırıyor. Buruk bir gurur bu. Sanatçılarına hak ettikleri kıymeti vermek bir yana, onlara hapishaneleri, dışlamayı, onları ısrarla anlamamayı reva gören bir ülkenin parçası olmanın buruk gururu… Berger’in neredeyse tüm dünyayı sevecek kadar kocaman yüreğindeki Abidin Dino’nun kapladığı yerigörmek, onun öleceği zamanı saatler önce hissetmesini, sonra haberi aldığında nasıl ağladığını ve nasıl bir acı çektiğini anlattığı satırları okumak… Kitabın en özel yazılarından biri bu…
Yüreğinde yer verdiği sayısız Türk dostlarından biri de Nazım Hikmet. Kitaptaki birçok yazıda onun şiirlerinden alıntılar yapıyor. Aynı buruk gururla okuyorum onları da. Genç yaşta ölen heykeltıraş ve enstalasyon sanatçısı JuanMunoz’un yasını ve kederini, Nazım’la doğrudan paylaşarak ve dertleşerek,tüm yazı boyunca Nazım’la konuştuğu bir metin olarak ifade ediyor.
Bu dünyada güçlü olanlarla mümkün olduğu kadar az ilişkide olmayı tercih eden Berger, yanında olmayı tercih insanlara hem yazılarında hem de yaşamında yer vererek bir anlamda hem onları hem de onların temsil ettiği siyasi duruşu desteklemiş oluyor. Onun yanında oldukları elbette dünyanın adaletsizliğine, bir türlü sonlanmayan çarpık düzene, iktidarın her türlüsüne karşı koyanlar, direnenler… Bir bütün olarak dünya ve insanlar için bir şeyler yapmaya çabalayan herkes diyebiliriz. Kitabında sık sık alıntılarına yer verdiği bir diğer şairin de Filistinli Mahmud Derviş olması hiç şaşırtıcı değil bu nedenle. Sanat tarihine geçmiş birçok eseri Mahmut Derviş ve Nazım Hikmet gibi şairlerin dizeleri ile buluştururken, hem bu eserlere derinlikli bir yorum getiriyor hem de onların mücadele ve direnişine destek veriyor.
Kitap sayesinde, az çok tanıdığımız Michelangelo, Caravaggio, Rembrant, Goya, Vincent Van Gogh, Picasso ve Matisse gibi birçok ünlü sanatçıyı kısacık da olsa Berger’in penceresinden görüyoruz. Onlara dair her yazıda bulunduğunuz uzamdan yazının uzamına geçiyoruz ve Berger’le aynı yolculuğu paylaşıyoruz. Frida’yı anlattığı birkaç sayfada, onun hayatı boyunca çektiği fiziksel acılara, bu acılardan yola çıkıp edindiği tüm kâinata karşı duyduğu hassasiyete ortak oluyoruz mesela. Berger, Frida’nın resimlerini günümüz dünyası ile buluştururken hem sanata hem yaşama dair ders veriyor.
“Firda’nın dünya efsanesi olmasının nedeni, yeni dünya düzeninde yaşadığımız bu karanlık çağda haysiyeti ve ümidi yeniden bulmanın önkoşulunun ıstırabı paylaşmak olduğu gerçeğidir. Çoğu ıstırap paylaşılamaz ama paylaşma isteği paylaşılabilir. Ve bu kaçınılmaz olarak kifayetsiz paylaşımdan direniş doğar.”
Francis Bacon’u anlatırken harika bir benzetme yapıyor Berger: yaşadığımız çağa Duvar Çağı diyor. Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra bürokratik, ırkçı, türcü duvarlar inşa ettiğimizi, ayrıca bu duvarların her birimizin içinde olduğunu, bu duvarların insanları birbirinden ayırdığını ve bir zamanların sınıf savaşının çatışma alanı olduğunu söylüyor. “Ama,” diyor, “Şartlarımız ne olursa olsun, içimizdeki duvarın hangi yanına uygun düştüğümüzü seçebiliriz. Bu iyi ve kötü arasındaki bir duvar değildir. İyi de, kötü de her iki tarafta vardır. Seçim, insanın özsaygısıyla içindeki keşmekeş arasındadır.”
Portreler ile, Berger’in penceresinden hayata bakıyoruz. Her şey çok daha berrak ve net görünüyor o pencereden; güzellikler kadar yüzleşmemiz gereken çirkinlikler de… Anlatmaya çalıştığı acı ve dehşeti de paylaşarak. İşte bu nedenle olmalı; o pencereden bakarken umut daha umut, sevgi daha sevgi, düşlerimiz daha gerçek…