İnsanın kaybettiğinde en çok üzülmesi gereken tek şeyin umut olduğunu öğrenmesi için, mutlaka umudunu kaybetmesi gerekiyor. Hayatı romanlardan öğrenmeye ilişkin bir yaşam sürenlerin bile ret edemeyeceği bu gerçeği yine bir roman üzerinden anlatmak da gölgenin gölgesi kadar gerçeküstü bir çaba. Ama yine de gerçek. Ve her gerçek kadar karanlık. Gerçeklerin aydınlık varlıklar olduğuna inanılır. Herkese göre değişen, her çıkara uygun şekillenebilen bir şey nasıl olur da göz kamaştıran bir ışıktan yapılmış olabilir ki? Böyle bir masala anlılar arasında inanmak bir tek insana yakışırdı zaten. Romanlardan ya da bizzat yaşayarak hayatı öğrenmek de ondan aşağı kalır bir gülünç inanış değil hani. Yine de biz inanmış gibi yapalım ve Amerikalı ‘Büyük Öğretici Yazar’, Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Ernest Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz romanının bize hayatı öğrettiğini varsayalım, bunu amaçlamayan yazarının mezarda ters dönmesini umursamayarak…
Yaşlı Adam ve Deniz, Gulf Stream’de yani tam olarak Küba’da 84 gündür tek bir av yakalamayan ihtiyar balıkçı Santiago’nun hikayesidir. Hemingway’in kutsal kitaplardaki çile, yakarış, felaketler ve direnmeye ilişkin hikayelere metinlerarasalık yaparak yazdığı varsayılan romanı Yaşlı Adam ve Deniz, tam olarak ihtiyar ve kör talihli bir balıkçının birkaç günlük av hikayesidir. Bu romana kutsal metinlere gönderme yaptığı atfını yaptıransa hikayenin insana umudunu kaybetse de direnmeyi öğütleyen yapısından geliyor. Gerçekte ise Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’na asker ve gazeteci olarak katılmış, kitlesel ölümlerin bizzat ortasında bulunmuş New York’tan Paris’e ve Madrid’den İstanbul’a kadar dünyada yaşamadığı şehir kalmamış Hemingway için, bu tür bir kutsallaştırmanın hiçbir değeri yok. Hemingway, dökme bir Alman çeliği kalitesindeki yazılarıyla sadece anlatmayı seçenler arasında yer alır. Bir başka ve en basit deyişle: Ernest Hemingway, sadece roman ve hikaye yazar. İsteyen de istediğini anlar. O, hiçbir zaman Tolstoy gibi okurun elinden düşsel bir elle tutarak sadece kendisinin istediği yerin, istediği bakış açısıyla ama sanki böyle yapılmamış da oraya okur kendi arzusuyla gelmiş gibi yapan bir yazar olmadı. Tolstoy, kendi düşüncesini kabul ettirmek için yazanların en kalitelisiydi ve bunu öyle ince bir fırça darbesiyle başardı ki, Tolstoy’un okuru kendi istediği yere çekişi tıpkı bir karabatağın ağzında tuttuğu misina ile Titanik’i yüzdürmesindeki ihtişama benzer. Oysaki Hemingway edebiyatında Hemingway uzmanlarının üzerine kitaplar yazarak savunduğu gibi Yaşlı Adam ve Deniz, yazarın okura umut aşılamak için anlattığı bir mücadele metni değildir. Yaşlı Adam ve Deniz, bir romandır daha doğrusu bir Hemingway romanıdır. Hepsi o kadar.
Sadeliğin ihtişamı
Söz konusu Hemingway ile onun Yaşlı Adam ve Deniz romanı olduğunda, hepsinin o kadar olması mütevazılığın da içini boşaltan bir alçak gönüllülük hatta alçaklık olur. Gerçi Hemingway yaşasaydı, onunla Paris’te bir barda viski içerken kendisinin okurun anlama tercihlerini kontrolünde tutmayan bir yazar olduğunu söylemenin dışında başka bir övgü sözü kullanılabilir miydi bilmem. Ama bildiğim bir şey var ki, tam 84 gündür ne büyük ne küçük tek bir balık dahi yakalayamayan Santiago’nun hikayesi, kutsal metinler bu romandan daha önce var olduğu için bir şekilde tüm metinlerin birbiriyle ilişkisinden bir parça daha fazla olarak onlara benzer. Santiago’nun yanında 40 güden fazla miçoluk yapan ama her seferinde eli boş döndüğü için ailesinin başka bir balıkçının yanına verdiği çocuk, Yaşlı Adam ve Deniz romanının anlam kulelerinden biridir. O kule ki, oraya çıkmaya başarabilen sadelikle edebiyatı altın oranda birleştirebilendir. Hemingway’in sadeliğin ihtişamı formu ile yani on kelimeyi geçmeyen cümlelerle ve dil oyunlarına boğulmadan yazılan roman tarzıyla oluşturduğu Yaşlı Adam ve Deniz, edebiyat tarihinin sadelikle inşa edilmiş en güçlü ve güzel yapılarıyla doludur. Bu yüzden Hemingway kendinden sonraki yazarları etkileyebilmesi ve onlara bu amacı gütmese de yol göstermesi nedeniyle benim tabirimce Büyük Öğretici Bir Yazar’dır. Adını bilmediğimiz o çocuk da, dünya edebiyatının en naif ve güçlü karakteri. Talihsizlik nedeniyle avlardan 84 gündür eli boş dönen Santiago’nun ne yiyecek düzgün bir yemeği ne de kalacak ve adına ev denilebilecek bir yeri var. Bu duruma hayli içlenen çocuk ise, son kez denizde şansını denemekten başka seçeneği olmayan Santiago’yu yalnız bırakmak istemez. Santiago ise talihsizliğini bulaştırmaktan korkarak bu yardım isteğini geri çevirir ve Hemingway’in Küba’nın yoksul insan yaşamları arasında Santiago kadar perişanını ve gururlusunu bulamayacağımızı anlatan bölümlerinin ardından vakit denize açılma vaktidir.
O büyük av
Yeni bir kıta keşfetmek isteyen 15’inci yüz yıldaki meslektaşları gibi olabildiğince uzağa gitmek için küreklere asılan Santiago, sonunda bildiği sulardan epeyce uzaklaştığında kör talihini de geride bıraktığını düşündü. Onu haklı çıkaran da yetmiş yılını geçirdiği denizde o güne dek en hayalperest denizcilerin palavralarında bile karşılaşmadığı büyüklük ve güzellikteki kılıçbalığının zokayı yutması oldu. Santiago, sanki 80 yıllık ömründeki tüm talihsizlikleri yüzgecinin, omurgasının, derisinin, gözlerinin ve kuyruğunun bir kısmını oluşturup şans olarak geri dönmüş gibi bu eşsiz kılıçbalığını gördüğünde bir seçim yapar. Tecrübelerine dayanarak bu balığı tek başına zıpkınlayıp, zaten balık 5 metrelik kayığından daha büyük olduğu için onu bordasına bağlayarak kürekle çok uzaklaştığı kıyıya kadar götürmesinin mümkün olmadığını bilir Santiago. Ama o güne dek hak ettiği şeyleri öylesine elde edememiş ve başarıya, rahata ve paraya öylesine susamıştır ki, zaten onu bu açıktan da açık denize sürükleyen tüm bileşenlerin yapmasını istediği de bir an önce hiç kolay olmayacağı gözüken bu uğraşa girerek, balığı alt etmesiydi.
Hemingway’in büyüklüğü burada; hem bu kılıçbalığını yakalamaya muhtaç, hem de bunu tek başına eğer bir peygamber olduğunu kanıtlamak için gereken türden bir mucizesi yoksa asla başaramayacak çaresizlikteki Santiago üzerinden okura sorular sorar. Hayatınızda hak ettiğiniz halde elde edemedikleriniz bir büyük ikramiye gibi ama en kötü şartlar altında karşınıza çıksa ve bu sizin son şansınız olsa, ne yaparsınız? İnsanoğlunun hem ihtiyaçtan hem de aç gözlülükten fırsat peşindeki bir av köpeği olduğunu anlatırcasına edebiyat tarihinin bu en büyük sorusunu bize yönelten Hemingway, ihtiyar balıkçı Santiago’nun hırs ve kibirden arınmış fakat ne tecrübesine ne de doğaya duyduğu sevgiye yakışmayan cevabını bizimle paylaşır. Çocuğun yardımını kabul etmediğine hayıflanarak kılıçbalığını zapt etmek mücadelesine girişen Santiago’nun zihninden o anda Hemingway’in bu ahret sorusu geçmez. Yapmak istediği tek şey, yapmak için yola çıktığı şeyi başarmaktır. İnsanın kararlarını çok da düşünmeden aldığını Hemingway’in kaleminden öğrenerek Santiago’nun 500 kiloluk, kılıcıyla beraber kuyruğuna kadar 7 metreden uzun ve Santiago gibi yaşlı bir insan için güzelliğiyle deniz masallarının yaratıklarından, gücü ve karşı koyma hırsıyla aynı deniz canavarlarından birine benzeyen balıkla mücadelesi başlar.
Santiago iki gün boyunca insanoğlunun direncinin kırıldığı tüm sınırları aşar. Tüm gücünü, tüm beklentisini ve tüm dirayetini tüketir ama sonunda kayığının kıçına o sülün gibi, gelin gibi, hayal gibi kılıçbalığını bağlamayı başarır. Öte yandan bu doğa aşığı insan kılıçbalığından ve Tanrı’dan bu av için af diler. Bir yandan avının ne eşsiz bir kılıçbalığı olduğu ile denizdeyken adet edindiği üzere kendisiyle yüksek sesle konuşarak bizi de bu durumdan haberdar eder. Sonuçta Hemingway o her şeye kadir, karakterlerinin zihninden geçenleri en küçük ayrıntısına kadar bilen Tanrı yazarlardan biri değil. Böyle olmadığı için de Santiago’nun yüksek sesle konuşma gibi garip ama bir o kadar da faydalı alışkanlığı olmasa, onun mücadelesini bir anlatıcı sesine boğularak ve neler düşündüğünü dinleyerek öğrenecektik. Muhtemel ki Yaşlı Adam ve Deniz romanı da yazıldığı 1952 yılından kısa bir süre sonra, unutulmuş kitaplar rafındaki yerini almış olurdu. Santiago’nun neler düşündüğünü bize kendi ağzından anlattıracak o yüksek sesle konuşma gibi ince düşünülmüş ama Hemingway’e de Nobel’i getirmiş özellik bir edebiyat dersidir. Ve bu tür bir başlığı edebiyat atölyelerinin modern romanlar bölümünde bulmak (yolum oralara hiç düşmese de sanırım) pek mümkün sayılmaz.
Kılıçbalığını avlamak için her şeyini tüketen Santiago’nun böylesi bir hikayenin kahramanı olduğunu anlatabilmek ve parasını cebine koymak için çok uzaklaştığı kasabaya geri dönmek gibi küçük bir sorunu olduğunu fark ederiz. Tabii Santiago kılıçbalığını alt etmek için zıpkın kullanarak kan akan bir yara açmamış olsaydı, hikayeye kan kokusunu kilometrelerce uzaktan alabilen köpekbalıklarının dahil olması zor görünüyor. Av mücadelesinde zıpkın Atlas Okyanusu’nun dibini boyladığı için kürek ve küçük bir kama dışında kılıçbalığını parçalamak için sürüler halinde gelen köpekbalıklarına karşı koyamayan Santiago’nun durumu, o balığı avlamayla ilgili şartlar gereği mecburi ama bir o kadar da yanlış kararının esirliğine dönüşür. Santiago, dönüş yolunda köpekbalıklarının pek çok saldırısını kahramanca püskürtmesine karşın vahşetlerinin dirayeti insanın azmini parçalayan bu deniz yırtıcılarının avını parçalamasını çaresizle izlemesiyle sonuçlandı. Daha köpekbalıklarının avın en değerli yerinden sanki Santiago’nun eline daha az para geçsin ve dahası böyle yaparak Santiago’nun direnci kırılsın diye aldıkları ısırık, o kılıçbalığını yaşlı balıkçının gözünde kutsal bir armağandan artık bir an evvel kurtulunması gereken bir varlığa dönüştürür. Santiago’nun köpekbalıkları kılıçbalığının bir bölümünü parçaladıktan sonra, artık ne avladığı için özür dilemek ne de o güne değin böylesi bir güzellik gördüğü için şahit olmak amacıyla dönüp dönüp baktığı avına bir daha bakmayışı, Hemingway’in insanın hevesine yaptığı bir sorgulamayı oluşturuyor. Hemingway, hevesi alınana kadar her şeyin güzel olabileceğini ama başa gelen ilk felakette bu düşünsel değerin bir anda yerini öfke ve yılgınlığa bıraktığını, bu nedenle de insanların bir varlığa atfettiği değerin hiçbir zaman aynı kalmadığını tüm o değerin aynı kalacağına dair verilen sözlerin yalan olduğunu söylüyor. Bir köpekbalığı bir kılıçbalığından parça kopardı ve Santiago, sanki 100 bin yıllık insanlık tarihindeki deniz avcılığının en büyük direnç destanını yazmamış gibi nasıl süklüm püklüm ve ruhsuz oluverdi. İnsanlar anlam yükledikleri varlıkların yine bizzat anlamı yükleyen kendileri dışında herhangi bir başka nedenle zarar görmesine tahammül edemeyecek kadar zayıf karakterlidirler. Ve anlam yükledikleri varlıkların, kendileri artık bu anlamı yüklemek istemedikleri zaman ancak yok olmasını talep edecek kadar da bencildirler.
Umudunu kaybetmek
Santiago’nun bu denli habis özellikleri olmasa da yine de bu standart donanımlara sahip bir insan olduğunu akıldan çıkartmamız gerektiğini bize öğreten Hemingway, sanki büyük öğretici kendi değilmiş gibi perde arkasındaki gizlediği yeri sağlamlaştırır. Santiago’nun dönüş yolunda gittikçe ateşi sönen bir inatçılıkla köpekbalıklarından kılıçbalığını kurtarmaya çalışması ama bunu bir türlü başaramamasını her ısırışta takip ederek, en nihayetinde Küba’ya varır hikaye. Elinde kocaman bir hiç ile gittiği avdan kayığının ardına bağlı ve sadece iskeleti kalmış kocaman bir hiçbir şey ile dönen Santiago’nun aslında başardığı tüm balıkçıların şahitliğinde kayda geçer. Yine de Santiago’nun eline bu iskeletten maddi olarak hiçbir şey geçmez ve yüz üstü yuvarlandığı yoksulluğu ile talihsizliğine gerisin geri döner. Çocuk da bu duruma şahit olur ve yaşlı balıkçının kursağından bir şeyler geçsin diye çabalar. Santiago da bir vakitler Afrika’da gördüğü beyaz aslanlarla dolu rüyasına dalarak, edebiyat tarihinin en güçlü karakterlerinden biri olmayı başarır. Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz romanı ile sabretmek, mucize beklemek, başarmak, azmetmek, af dilemek, elde etmek gibi kavramlarla dolu kutsal metinlere göndermeleri yok. O bir roman yazmış ve hayatı anlatmış. Hayat bunlarla doluysa o da Hemingway’in suçu değil. Olsa olsa Hemingway, Tanrı’nın kişisel mucizeler yaratabileceğini ama her mucizenin insanı mucizeyi dilerken varmak istediği sona eriştirmeyebileceğini söylüyor, bu kadarcık şey söylemeye de hakkı olan büyük bir yazarın ihtişamıyla. Neresinden bakarsanız bakın, Santiago kaybettiği umudunu çok açık denizde arayan ve bulduğu zaman daha çok kaybeden bir yaşlı balıkçı. Eğer Yaşlı Adam ve Deniz olmasaydı, 1952’den sonra büyük romanlar asla yazılamazdı. Ve eğer umudunuzu yeniden bulabilecek kadar güçlü değilseniz, kaybetmeyin. Ya da kaybedin, Santiago ile aramaya çıkın, mutlaka bulursunuz.
Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (27 Eylül 2018)