“Böylesi güzel bir tablo, bir hatanın, yanlış bir seçimin meyvesi olamazdı; böylesi bir ışıltı insanı hiçbir pişmanlığa sürükleyemezdi. Asla.”
Bir deliyle yaşadınız mı? Bir çılgından, uçlarda yaşayan zor bir insandan söz etmiyorum. Çok daha fazlası. Bir deliyle yaşadınız mı? Neşesi de öfkesi de fırtına olan, her öyküyü farklı okuyan; acının içini oyduğu, her oyuğu taşmaya meyilli bir dolguyla susturmaya çalışan biriyle. Her güne yeni bir adla başlamadan yaşama tahammül edemeyen biriyle. Her şeyden güzel olabilen ama her şeyi yakabilen biriyle. Yaşam ve yıkımı aynı anda, aynı bedende sunan biriyle…
“Birkaç tahtasının eksik olduğunu, deli deli bakan yeşil gözlerinin ardındaki gizli aksaklıkları, hafifçe yuvarlak, çocuksu yanaklarının örselenmiş bir ergenliği sakladığını, dışarıdan bakıldığında eğlenceli ve girişken görünen bu genç ve güzel kadının hayatının altüst oluşunu, darbeler alışını izlemek zorunda kaldığını görebiliyordum.”
Bir deliye âşık oldunuz mu? Hayır, gündelik hayatta yaptığı anlamsız çıkışlarla deli olduğunu iddia eden, ergenlikte sıkışmış, dikkat çekme budalası birine değil. Gerçek bir deliye. Kalabalıklar içinde bir kuğu olduğuna inanan… ve gerçekten de kuğuya dönüşebilen birine. Sizi bir kuğu olduğuna inandıran birine.
Bir deliye âşık oldunuz mu?
“Vücudunun dalgalanması, saçındaki kuştüylerini sallayan ahenkli hareketleri, sessizce dönenip duran o tuhaf perçemi beni büyülemişti. Ritme göre bir kuğunun zarafeti ile bir yırtıcı kuşun çevikliği arasında gidip gelen bu gösteri ağzımı açık bırakmıştı, olduğum yerde çakılı kalmıştım.”
Georges oldu. Böyle bir kadına âşık oldu.
Her gün yeni bir ad talep eden kadına. Her gün yeni bir yalanlar silsilesi içinde huzur duyan kadına. Her gün kendisine yeni bir yaşam, yeni ve taptaze aşk sunan kadına. Adı ve bildiğimiz anlamda geçmişi olmayan ama yaşamın ta kendisi olana.
Korkarak ama kaçınmadan, tehlikeyi sezerek ama duraksamadan…
Hep dans ederek… Ve severek…
“Deliliğinin bir gün raydan çıkabileceğinin bilincindeydim; belki kesin değildi ama çocuk olduktan sonra görevim kendimi buna hazırlamaktı. Artık söz konusu olan sadece benim kaderim değildi, bu kadere bir de çocuk dâhil olacaktı. Belki de geri sayım başlamıştı. Ve biz bu ‘belki’nin şerefine her gün dans ediyor, âlem yapıyorduk.”
Delilik er geç rayından çıkar. Başta okşayıcı gelen yıkıma dönüşür. Kahkahaların yerini korkuyla sesi kısılmış yalanlar alır. Günü renklendirmeyen yalanlardır artık bunlar. Anı kurtarma yalanları. İdare yalanları. Ateşin kontrolden çıkmasını engellemeye çalışan yalanlar. Beyhude yalanlar.
“Beni sevdiğinizi biliyorum. Peki ama ben bu çılgın aşkla ne yapacağım? Ne yapacağım ben bu deli aşkı?”
***
Bojangles’i Beklerken, bir deliliğin, girdabından kaçınmanın pek de mümkün olmayan bir deliliğin öyküsü. Bir aşk öyküsü. Her aşk deliliktir, böyle derler. Ama hayır. Öyle değil. Çoğumuzun aşk dediği uzlaşmalar, ödünler, kaçınmalar, saklanmalar ve saklamalar, esirgemeler ve ucuz yalanlarla dolu bir toplumsal anlaşma alanıdır. Aşk deriz bu yapay sözleşmelere, kulağa daha hoş gelir böylesi. Ah, hayır. Kabul edelim. Çoğumuzun aşk dediği aslında yalnız kalmamızı, toplumdan ve toplumsal normlardan dışlanmamızı engelleyecek ehvenişer ilişkilerdir. Ekonomik kaygılarla kurulan, toplumsal korkulardan beslenen; mutsuzluğa, tahammüle ve bolca kendini kandırmaya dayalı bir çaresizlik durumudur aşk aslında. Değil mi?
Çoğumuz için. Kaçınılmaz olarak.
“Herkes ufak tefek yalanlar söylüyordu, çünkü her şeyin yolunda gitmesi için söylenen bir yalan, gerçeğin kendisinden, gerçeğin tamamından daha iyiydi.”
Oysa Georges ve adı her gün değişen eşi arasındaki aşk… O gerçek bir deliliğin ürünü olan gerçek aşk. Sınır yok çünkü sevgi var. Dur durak yok çünkü aşkın (ve deliliğin) o bitimsiz coşkusu var.
Kaçış yok çünkü gitgide, delilik yol aldıkça kâbusa dönüşen bir yaşam var.
“Sesindeki tedirginliği net bir şekilde hissedebiliyordum. Kendini müdafaa edişinde ilk kez hiçbir çılgınlık yoktu. Maalesef ciddiydi, bakışlarını yıkılmakta olan iç dünyasına çevirdiğinden boş bakıyordu, ben ise zeminin ayaklarımın altından çekildiğini hissediyordum.”
Bojangles’in Beklerken deliliği öven bir roman değil. Bu yazının da öyle olmasını istemem. Bir deliyle yaşamak, bir deliye âşık olmak son derece yıkıcıdır. Delirmek akıl almaz derecede yıkıcıdır. Acıtıcıdır. Mantıklı ve ‘normal’ olanı bilmek ama yine de mantıksız olana karşı dayanılmaz bir meyil duymak; engellenemez biçimde ‘normal’ olanın dışında davranmak… Bir yanardağı içinde taşımak gibidir. İnsan kendinden, yıkımından, yakıcılığından yorulur ama engelleyemez. Olmaz işte. Bir noktada geriye tek şey kalır. Tek bir istek. Aşkı, neşeyi, coşkuyu, öfkeyi ve yaşama arzusunu susturan tek bir şey…
“Tek istediği artık hep sakin kalmaktı.”
Ve bu arzu, içinde yaşamın geliştiği o suların dinginliğine duyulan arzu her şeye baskın gelir. Delilik elbet kökene döner, kendini suda dindirir.
Ama unutmamalı ki bazen aşk da, o toplumsal kalıplara, “başımda kocam olsun”lara, “düzenimi kurayım artık”lara sıkışmamış nadir aşklar da her şeye baskın gelir. Gelebilir. Hele biraz da deliliğe bulaşmışsa… Evet.
Umarım.
“Böyle dans ettiklerini hiç görmemiştim, bir ilk dansa benziyordu, son dansa da benziyordu. Harekete dair bir yakarıştı, başlangıçtı ve aynı zamanda sondu.”
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (28 Eylül 2018)