Ağzımda çocukluğumdaki tombul şişeli şurubun tadı, emdikçe damağımı parçalayacak kuvvetle asılıyorum. Plastik kaşığını emiyorum, tadı istenmeyen bir lezzetle dolu. Ama damağın ardında bıraktığı etki hayatı taşıyor dilimin ucuna. Kaşığın kenarlarına süzülüp orada sıkışıp kalmış damlaları büyük bir hazla emiyorum. Portakal. Hayır. Ekşi, mayhoş. Tatlı balgam. Hemen hemen hepsi, hepsinden adaletsiz birer parça. Bazen biri bazen ötekisi baskın bir tat.
Durasız adımlarla yürüdüm. Çıplak dalların, yerden bitme çalıların arasından bacaklarımı sürte sürte, acıyı damağımda yedire yedire yürüdüm. Hızlı yürüdüm. Soluğumu içerime atıp ondan önce vardım tarlanın başına. Çilekler tüm ilahi renklerine inat gözümde değildi. Bitimsiz bir alana yayılmış büyücek tarlayı tuttum gözlerimle. Gözlerim benim ayaklarımdı bir an. Ayaklarım benden ayrı değildi. İçerimde sıkış tepiş ne varsa aynı zamanda dışarıda öbekleniyordu. Güneş yanık kremlerinden habersiz bu yerde tepelere doğru ışıltılarıyla sökün ediyordu. Gözlerim açık güneşe baktım. Çekincesiz bir bakış attım, kısmadan, kırpmadan, devinimsiz bir bakış daha attım. Beyazdı, bembeyazdı. Dokunsam ellerimle, sımsıkı sarsam. Ya da acıtmadan ürkek zihnimin pek o kadar patavatsız olmayan elleriyle dokunsam. Başları parlayan sarı, küçürek tüyleri ellerimle yoklayıp bir etsem. Sıcağın koynunda yüksünmeyen bembeyaz bacaklarının serinliğini kaynayan avuç içlerimde pay etsem. Dursam sonra, ellerim beyazlıktan ayrılmadan, gözlerinin içine baksam da rengini öğrensem. Bana iki yandan sarkan şişkin yanaklarının dudaklarıyla bir olduğu yerden bakıyor, beyaz beyaz. Sonra o beyazlık kollarına sarkıyor. Kollarında tutmaya yetememiş, bacaklarına doğru yıllarca damıtılmış, kendince.
Çalıların kesikleri acılaştırıyor sıcakta gergin kasıklarımı. Acıdan olsa gerek bacaklarıma doğru gevşeklik akıyor. Akıntıya kapılıyorum. Denetimsiz bir hâkimiyetin içine giriyorum. Uzakta çok uzakta.
O.
Beyaz, bembeyaz.
Ben, acılı gevşekliğim bacaklar altında.
O, çömelmiş vücudunun katlanan bacaklarıyla çileklere uzanıyor. Küçük yalpalanışlarla, kısa adımlarla ilerliyor. Bacakları baskıyla sıkışıp gevşiyor. Beyaz, bembeyaz. Güneş oradan vuruyor yüzüme. Bacaklarım fazla gevşek. Sallantılı yürüyorum, bata çıka – acı hala zihnimi tırmalıyor- ellerim çileklere değecek oluyor. Geri çekiyorum, arkamda bağlıyorum. Sadece beyazlığa, beyaz olana.
Tutsam iki elimin arasına alsam, dokunduğum an titrese tüm beyazlığı hayır hayır sadece tuttuğum yer titrese. Önce başparmaklarımla sıvazlasam tuttuğum yerleri sonra ağzımı yaklaştırsam hafif sallantılara doğru. Kıstırıp iki dudağımın arasına dişlerimi saplıyorum. Çırpınmalar, kulakta çınlayan silleler, tırmalanan acı. Hepsi bitimli bir anın yoğurulan parçaları olmaktan çıksa, az öteye gidebilsem.
Dişlerimin arasında tel tel olan beyazlığın parçalarına ayrılmış gücünü, takatini emsem. Çığlıklar tokatlardan sonra kulağımı çınlatıyor. Güneş tepeden aşağıya inmemeye direniyor. Beyazlık bütün gücümü benden önce emiyor. Dudaklarımın kenarlarından yanaklarıma geçen ıslaklıkla geri çekiliyorum. Ağzımdaki ıslaklığın benzerini gözlerinden süzülürken görüyorum. Acemi yumruğu gözüme vınlıyor. Güneş ya battı ya da ben göremiyorum. Yarım kısıklıkta, tüm bunları içine alıp onlarla yoğrulan bedenimle izliyorum olanları. Kasıklarımdan aşağıya acıdan çok durasız bir taşkınlık iniyor. Sus diyorum sadece, sus ne olur sus.
Duymamış gibi bağırıyor. Küfürleri tükürükleriyle yüzüme savuruyor. Tükürükleri yüzüme değiyor. Bacaklarım benden ayrılıyor bir an. Çilekli yolun ardından uzanan yoldan kafalar görünmeye başlıyor, bir bir. Kafalar yükseldikçe onlara bedenler ekleniyor. Dizlerimin üstünden kalkıyorum. Kalkmazdan evvel son kez beyazlığa, bembeyazlığa bakıyorum. Birbirini ardı sıra izleyen boşluklu çizgileri görüyorum. Beyazlığı bir daireye hapsetmişler. Biliyorum artık bana ait olan yeri. Toprağı ayakkabılarımın içinden yakalayan parmaklarım her adımda arkama savuruyor. Düşecek gibi koşuyorum. Dengem beyazlığın içindeki daireye hapsoldu. Arkada kaldı, çok arkada. Artık her adımda dairenin ortasındaki beyazlıktan seneler uzaklığındaki duygulara mahkûm oluyorum. Kasıklarımla bacaklarım arasındaki bitimsiz yoğuruluşların ardında kalan ne bir ses ne de bir unutkanlık var. Koşuyorum sadece. Ufak taşlı yoldan sapıyorum dağın yukarılarına doğru. Geri dönemem, biliyorum.
Her şey o beyaz dairede kaldı, her şeyim. Hayatımdan geriye bıraktığım her şey aynı zamanda tek şey, beyaz dairenin içine doldurduğum kadar yer edecek bu dünyada. Çok uzun sürmeyecek bir yol seçtim. Silinip gidecek ama dişlerimin beyazlığın, bembeyazlığın içinden geçirip de fark ettirmeden ona yaydığı acı dudaklarım arasında kalacak. Hissediyorum hala ellerimin arasında. Çalılara sürtünerek insan geçmemiş taşlıkların arasından gidiyorum. Büyük tepenin başına dikiliyorum. Avuç içlerime bakıyorum. Serinliğini yüzüme bastırıyorum. Bacaklarımda hala o his. Aklımda beyaz daireden önce kaybolma isteği. Ayakkabılarımı çıkarıyorum. Ardından pantolonumu kemerini aşağıya savurup altıma alıyorum. Bacaklarımı, içinden geçip giden bu birbirinden ayrıcasız akışları takip eder gibi izliyorum. Beyazlığı gözlerimin önüne alıyorum, güneş arkamda artık. Bütün parlaklık beyazlıktan, bembeyazlıktan akıp ensemden içerime doluyor. Bacaklarımın titremesine engel olamıyorum. Dişlerimi sımsıkı yapıyorum, sımsıkı, üzerinde durduğum kayalar gibi. Gözlerimi, karanlık çukurlarına doldurduğum beyazlığı kaybetmemek için açmadan küçük küçük adımlıyorum. Her basıştan sonra bir ferahlama, her basışta kalbime doğru yükseliyorum. Bir an havalanır gibi oluyorum. Boşlukta süzülerek ilerliyorum. Güneş artık arkamda değil, biliyorum.
Hasan Demir kimdir:
1995 yılında İzmir’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Çeşme’de tamamladı. Akdeniz Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunudur.
edebiyathaber.net (9 Ekim 2018)