Hazırlayan: Can Öktemer
En son okuduğunuz kitabın adı nedir? İzlenimlerinizi öğrenebilir miyiz?
Kafka üzerine iki kitap okudum; Utanç ve Suçluluğun Şairi Kafka (Saul Friedländer, İthaki Yayınları) ve Hayatınızı Mahvetmeden Önce Neden Kafka Okumalısınız (James Hawes, Sel Yayıncılık). Kafka’ya farklı açılardan yaklaşan kitaplar. Hawes, Kafka etrafındaki efsanevi aurayı baltalamak istemiş ki yazarı ve eserlerini daha doğru okumanın yolu açılsın. Friedländer ise yazarın psikolojisini, yaşamını ve eserlerini birlikte okuyan bir çalışma hazırlamış ancak onun da alışıldık Kafka imgesine yüz vermediğini söyleyebilirim. İkisini de zevkle okudum. Tabii bu iki kitap, evet yüzlercesi binlercesi yazılmış olsa da hemen bende Kafka üzerine bir şeyler yazma isteği uyandırdı. Aslında sadece bu iki kitap değil, sanırım onlardan önce okuduğum Geoff Dyer’ın Bir Hışımla’sı (kitap hem D.H. Lawrence hem de Lawrence hakkında bir kitap yazma çabasıyla ilgilidir) ve Julian Barnes’ın Flaubert’in Papağanı bu isteğin tohumlarını attı. Sevdiğiniz, sizin için önemli bir yazar üzerine çalışmak, onunla ilgili bir kitap yazmak ilişkinizi biricikleştirir diye hissediyorum;birlikte geçirilmiş, sadece ikinize ait özel bir zaman gibi. Kitabı hazırlarken böyle ve sonra kitabı elinize aldığınızda da o günlerin somutlandığı bir yapı, size özel bir müze gibi. Fikir bana çok çekici geliyor, belki bir gün Kirli Hayvan Kafka diye bir kitap için çalışmaya başlarım.Okudukça hep hevesleniyoruz tabii.
Son okuduğunuz kitapta, en beğendiğiniz cümle ya da alıntı nedir?
Az önce hayali kitabım için isim olarak Kirli Hayvan Kafka dedim. Bu Friedländer’ın kitabında karşılaştığım bir bilgiden geliyor aslında. Şöyle ki Kafka’nın Dönüşüm eserini yazdığı Almacadan dilimize böcek olarak çevrilen ungeziefersözcüğü,11. ve 15. yüzyıllar arasında konuşulan Almancada ‘kurban etmek için uygun olmayan kirli hayvan” anlamına gelen bir sözcükten (ungezibere) türetilmiş. Bundan çok etkilendim. Sözcüğün Kafka’nın dünyasına ve yazdıklarının tümüne dair bir anlamı olduğunu, böyle bir bütünsellik içinde düşünebileceğimizi tasavvur ediyorum. Özden gelen bir kötülük mü yoksa insanın yaşam macerası içinde muhakkak ilişkileneceği, kaçamayacağı bir durum olarak kötülük mü, yani bu hayvan özden mi kirli yoksa kirlenmeye mahkûm mu? Yazdıklarındaki bütün o sonuçsuz kurtuluş çabaları vesaire… Bu hayvan hep bir şeylerin (belki bir kurtuluşun?) sınırında ama işin absürd ve acıklı yanı o sınırın aşılamayacak bir sınır olması ve yine işin absürd ve acıklı yanı bunu seziyor olsak da kendimizi o kurtuluş ümidini paylaşmaktan alamayışımız.
Evet alıntı değil ama bu bilgi, bu sözcük seçimi beni çok düşündürdü o yüzden sizinle de paylaşmak istedim.
Yeni bir kitaba başlamadan önce arkadaşınızdan mı tavsiye alırsınız, kitap eklerinden mi yararlanırsınız yoksa tamamen sezgilerinizle mi hareket edersiniz?
Muhtemelen sevdiğim yazarlardan birinin bir kitabı ya da “okumam gerek” diyerek ayırdıklarımdan biri sıradadır. Arkadaşlarımdan duyduklarım, edebiyat yayınlarında rast geldiklerim, sosyal medyada gördüklerim, başka kitaplarda karşılaştığım kitaplar ya bir şekilde aklımda kalır ya da unutmamak için onları not ederim, sonra ilgimi çekecek mi diye not ettiklerimi araştırırım. Zaten sevdiğiniz, ilgilendiğiniz, içinde olduğunuz bir alan ve duyma, haberdar olma durumunuz çok uzun bir zamandan bu yana devam ediyor, edebi sezgiyi oluşturan da bu kulak dolgunluğu olmalı. Hiçbir zaman ne okusam diye düşünmüyorsunuz, daima okunacak yüzlerce şey oluyor ve okudukça da listeye yenileri ekleniyor. Benim böyle birkaç küçük dağım var evde.
Keşke bu kitabı ben yazsaydım dediğiniz bir kitap var mı?
Bu şekilde düşünmem. Gerçekten hayranlıktan dişlerimi sıkarak okuduğum, heyecandan elimden bırakarak sigara molası verdiğim kitaplar oldu ama hissettiğim şey hayret ve hayranlıkla karışık “Nasıl böyle yazabilirsin, nasıl böyle yazılır!” türünde bir şeydir. Yazarın kavrayışından, becerisinden, cesaretinden çok etkilendiğim zamanlardır bunlar genellikle. Tabii burada cüretin estetik bir alanda ifadesinden bahsediyoruz yoksa düz bir gözü karalık, kaba bir cesaret gösterisi değil coşku duymamın sebebi.
Sonuçta her kitap yazarın bilincinin ve dünyasının bir uzantısı. Bu yüzden başka bir kitapla ilgili bu söylediklerimin ötesine geçen, ben yazsaydım gibi bir duygu taşımam. Ama kendim için“keşke yazabileceğime inandığım o muhteşem hikâyeyi” yazsam derim hep. Yani kafamda belirli bir hikâye olduğu için değil ama yazdıklarımda bir sınır olduğunu hissettiğim ve bir gün o sınırı aşacağımı umduğum için. Kafka konusunda andığım imkânsız çabaya benzedi böyle söyleyince.
Yazdıklarınızı ilk olarak ne zaman gün ışığına çıkardınız ve ilk kimlere okuttunuz?
Bunun için belirli bir zaman söylemek çok zor gelir bana, çocukluğumdan bu yana yazıyorum ve hangi tarihten sonrasını hesaba katmalıyım bilemiyorum çünkü daima çok ciddiydim bu yazma meselesinde. İlk anılarım kuzenim Başak’la ilgili. Herhalde 12-13 yaşlarındaydım. Eyvah Lisedeyim, Eyvah Babam Büyücü gibi macera hikâyeleri yazıp ona okuyordum, birlikte çok gülüyorduk ve bu da beni alttan alta cesaretlendimiş olmalı. Sonra yine bir gün (bu sefer daha büyük yaşımız) kuzenimin ortaokulda çok sevdiği bir öğretmeni vardı, Teoman Hoca, yazdıklarımı ona götürmüştük. Deniz Gezmiş’i idam eden celladın öyküsüydü bir tanesi, çok net hatırlıyorum çünkü sonra nefret etmiştim o hikâyeyi yazma biçimimden. Ama Teoman Hoca hikâyelerimin üzerine son derece yüreklendirici, olumlu notlar yazmıştı.
Son yıllarda yazdıklarımı ilk okuyansa arkadaşım Gülden Tümer’dir. Yorumları, eleştirileri benim için çok değerli ve kesinlikle onun övgücülerden değil yergicilerden hatta biraz sert yergicilerden olduğunu söyleyebilirim. Temelde kendi duygumu ve düşüncemi takip ederim fakat Gülden’in fikirlerini de (çoğu zaman başta sinirlenip burun kıvırsam da) mutlaka dikkate alırım.
Bunun dışında zaman zaman fikir alışverişi yaptığım birkaç yazar arkadaşım var
Belirli yazma alışkanlıklarınız var mı? Gürültülü bir yerde mi yoksa sessiz bir ortamda mı yazmaktan hoşlanırsınız?
Genellikle sabahın erken saatlerinde, iş yerinde yazıyorum. Kafamın en temiz olduğu saatler bunlar. Sabah henüz başka hiçbir iş yapmamışken, sıfır kafa ile yazmak benim için en uygun yöntem.
Tabii bazen sabahla sınırlı kalmıyor, bütün günümü buna ayırıyorum çünkü çok iyi gittiğini düşündüğünüz bir anda yazmayı bırakamıyorsunuz, bir şeyler kaybedecekmişsiniz gibi geliyor. O zaman işlerin birikmesi ya da gelen telefonlar gerilmeme, öfkelenmeme sebep olsa da yazmaya devam ediyorum. Eskiden akşamları ya da gece uzun saatler boyunca yazardım ama artık bunu yapamayacak ya da yapmayı istemeyecek kadar yorgun oluyorum.
Dışarıda, kafe gibi ortamlarda yazamam. Dikkat dağıtacak çok fazla şey var. Üstelik insanların bana baktığını düşünürüm ve birileri bana bakarken ne yazabilir ne de okuyabilirim. Tamamen yalnız olmayı tercih ederim. Evde de çalıştığım odanın kapısını mutlaka kapatırım. Fakat şöyle durumlar da var; uzun zamandır farkında olarak ya da olmayarak kafamda taşıdığım bir sorunun çözümü bir anda beliriverir ve nerede olursam olayım not almaya çalışırım. En büyük şans ise hemen sonrasında uygun ortama kavuşup yazmaya devam edebilmektir.
edebiyathaber.net (19 Ekim 2018)