“Şu sıralar, ilişkilerimizde insani olmayan, köksüz, topraksız, dünü ve yarını olmayan, anlarla sınırlanmış, bizi birbirimize atan şu kuru hummayla sınırlanmış bir şeyler var. (…) Hatta denebilir ki, asıl o insani olmayan duruma ihtiyacımız var bizim. Onunla avunuyor, onunla büyüleniyoruz. Ana unsurumuz o.”
Tutkunun yanında cılız kalır her şey. Coşkusu ve acısı söndürür diğer her şeyin ateşini. Tutku karşısında sıradandır, önemsizdir mutluluk da mutsuzluk da. Tutku başka bir varoluşun kapısını açar: tam olmak. Bir diğeriyle eksiksiz bir varoluşa ulaşmak. Eksik yarıya kavuşmak. Bir hayale inanmak. Bedenin her zerresiyle inanmak. Yanılmak.
Tutku silikleştirir her şeyi. Gündelik hayat hayalete dönmüş bir alışkanlıklar silsilesi olur. Yaşamın kendisi bir gölge haline gelir. Tutkunun, o kemikleşmiş arzunu gölgesi.
Kaçınılmaz sona, yıkıma ulaşana dek…
“İnsanlar, arabalarla sarsılan bu meydanın kıyısındaki şu kaldırımda uluyan, yerlerde sürünen, durmadan asfaltı yumruklayan bir adamın durduğunu nasıl da görmüyorlar? Yüzümden bir şey anlaşılmaması mümkün mü? Bir panik yok mu yüzümde? Bir baş dönmesi, bir ürkü yok mu? Bu ürküden, bu baş dönmesinden bir iz yok mu? Beni boğan bu haykırıştan? Çabalıyorum, geriliyorum, soluk almağa çalışıyorum. Başaramıyorum sonunda.”
Soluk alamaz insan. Gerek yoktur aslında, tutku bir hayalet olmaya çağırır; dirimi iter kendinden. Yaşamın düşüdür o. Ve kâbusu. Aşktır çoğunlukla; kısır, çıplak ve azgın.
“O çukurlar, o tepeler, o sıralar, o uçurumlar, o beyaz aydınlık, o tek bir canlı yaşamayan, o ruhsuz dünya, daha şimdiden bizim aşkımızdı Creezy’ciğim. Bizim kısır, çıplak ve azgın aşkımızdı. Bunun böyle olduğunu bilmiyordum o zaman. Şimdi biliyorum.”
Félicien Marceau’nun romanı, Bir Tanem, uçurumun eşiğinde dolaşan kapkara ve yoğun bir tutkuyu anlatıyor. Bedenlerin gerçeği zorladığı, gerçeğin arzuyu geri çektiği bir hikâye bu. Dayanılmaz bir gerilimle doğan, her an infilaka zorlayan bir aşk.
“Bedenlerimiz bize yol gösteriyor. Her zaman mı yol gösteriyor? Bedenlerimiz, bizimle, geçen, önümüzde sıçrayan ve o saat kaybolan bu gerçeğin arasına sokulmuyor mu? Bedenler ağır, gerçekse sıçrıyor, gerçekse yalnız tek ayağı üstünde duruyor.”
Tutku her zaman gerçekle çelişir. Gerçek her zaman tutkunun karşısındadır, evet. Ancak tutku dişlerini gerçeğe değil, ruha geçirir. Bilinmez olana.
“Hayır, iyice farkındayım, Creezy ile beraber olduğum sürece beni bir öte dünyanın, sadece sisler içinde belli belirsiz seçebildiğim bir acunun eşiğine kadar götüren bir şeylere dokunuyordum. Ama neydi o dokunduğum? Bilemiyorum. Belki de hiçbir zaman bilemeyeceğim.”
Bilinmeyenlerle örülen bu tutku, Marceau’nun çarpıcı anlatımında deri altına sinen, insanı uykularından eden bir trajediye dönüşüyor. Bir şenlik Marceau’nun anlattığı, bir kıyamet. Felaketle süslenen bir doğum; kaçınılmaz, her şeyden güzel ve ölümcül.
“Hepimiz bir gün bir melekle savaşmak zorunda kalmaz mıyız? Benim için o melek Creezy işte. Ve biliyorum, şimdiden içime doğuyor, İncil’deki gibi, sonunda bu savaştan bir yerim eksik çıkacağım. İçimde ruhumu Creezy’ye doğru fırlatan bir dizginsizlik, bir soluma, bu hoyrat atılım, bazan benim olan, bazan elimden kaçan sessizlik, soğuk gülümseyiş, çelik, hava taşı haline gelen bu kadın, bilmediğim bir dünyaya, beni körelten bir dünyaya doğru götürüyor, şimdiden biliyorum.”
Marceau’nun müthiş bir kavrayışı ve bu kavrayışın şiddetini daha da arttıran bir anlatımı var. Kendi kendine fısıldarken okuru o tutkunun şiddetine çekiyor olanca büyüsüyle. Güç harcamadan, belirgin biçimde bunu hedeflemeden. Tutkunun doğası gibi. Kendiliğinden. Karşı konulmaz. Okuru zapteden bir büyü, kaçışa izin vermeyen bir kâbus. Mutluluktan ve mutsuzluktan üstün. Hayatı ve hayali aşan bir şey… Bir parantez belki de. Geri kalan her şeyi anlamsız kılan bir parantez.
“Benim onsuz, onun bensiz yaptığı her şeyin parantezlerden ibaret olduğuna, o parantezlerin arasındaki hiçbir şeyin bize dokunamadığına, önemli de olmadığına inanmalıyım. İhtiyacım var buna.”
Bu yazı elbette Cemal Süreya’yı anmadan bitmez. Çeviri ancak bu kadar güzel olabilir; çevirmen ancak bu kadar – kendini belli etmeden – metinde yaşayabilir. Enfes!
***
Sonsöz yine tutkunun olsun.
O bir hayalet. Kaçırılan bir dakika. Yok olup giden bir dünya. Sessizliğe karışan bir yanıt.
“Onca derse rağmen, o anda Creezy’ye kavuşmak, kendi evreninde ona yetişmek gerektiğini, o anda, onun bana doğru seslendiği o dakikanın önemli olduğunu, onun sesine karşılık vermezsen o dakikanın artık geri gelmeyeceğini de anlayamadım.”
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (22 Ekim 2018)