Çoban salatası yapmak için domateslere uzanıyorum. Asit acımı hatırlatıyor, kopan tırnak etlerim vücuduma saldırıya geçiyor. Bu durum için bulduğum yeni bir tabir var “acı kamaşması.” Bir gram domates asitliği, iki gram soğan acısı ağlaklığı. Hıçkırık duymasınlar diye, of be ne acı soğanmış, yalanından da üç gram. Yok limon sıkmayalım, buna parmak dayanmaz! Elimi yıkadıktan sonra bir yara bandı ile kapatıyorum. Hangi söküğün tamirini yapıyorum? Anneannem yama yapınca, yamalı yere kuş kondurdum, derdi. Parmaklarıma kuş kondurdum.
Sofrayı özenle kurdum. En güzel masa örtümüz, kendimize lâyık görmediğimiz on iki kişilik çatal bıçak takımı da sahada yerini aldı. Masanın defans oyuncusu kim olacak diye düşünürken “bu masa örtüsü misafire yakışık almaz” diyen annem başımda beliriyor. Yeşil sahaya dizdiğim ilk on birimi dağıtıyor. “O olmamış bu hiç olmamış, hem ne derler” cümlesinin arkasından gelecekleri hiç dinlemediğimi iyi bildiği için; “sen aşık mısın ayy benim salak kızım, kime diyorum ben!” Lafıyla o kadar emeğimi hiç ediyor. İçimde sakladığım aslanın böğürmesi ile ilk defa karşılaşan annem aslan böğürür müydü(?) diye düşünmüş olabilir. Acı kamaşması yaşayan aptal bir aslan vardı karşında. Üzerimdeki önlüğü fırlatıp masadaki kadehi göğsümde yumuşattıktan sonra kaleye çakmıştım. Bunu gol saymayan hakemin ve annemin ruhuna okutulan neyse ya ben amigo değilim.
Neyse ki makyaj yapmadığım için ağladığı, akan rimelinden belli olmayan, sadece soğuktan burnu donmuş bir ağlağım. Kendimi, Bakkal Arif abinin dükkânından bir yara bandı daha alırken buluyorum. Serçe parmağıma da onu yapıştırıyorum. On parmak maharetinde aslan gibi bir kızım nasılsa, annem beni ormana tanıtırken ”elinde on marifet vahşi kızım,” derdi belki de. Gerçi beni tanıtacağı ormanı az önce yakmıştım.
Mahalledeki herkesle selamlaştım yine; yüzümdeki, ah o tatlı insan, sıfatından hiç kimse ne yaşadığımı anlamamıştı. Bizim mahallenin ardından başka mahallelere ve ordan da denize ulaşmıştım. Evlerin arasından gözüken denizi, o beni görmeden izleyebilirim, platonik olmak bunu gerektirir. Denize büyük bir aşkla bağlıydım ama İstanbul’a geldik geleli her şey gittikçe kötüleşiyordu. Annem ve babam boşanmış, kardeşlerim de bu arada benim gibi kaybolmamak için kaçmayı tercih etmişlerdi. Ben annemle ve onun bitmek bilmez kaygılarıyla büyürken kendimi unutmuştum. Üniversiteyi dereceyle bitirmiştim ama sonra büyük bir vazgeçişle karşılaşmıştım. Vazgeçmek aşktan, başarıdan… Ve duruşundan yamulmak içbükey olurcasına.
Şimdiyse yaptığım tek şey bir tümseğin üzerinde oturup etrafa büyük laflar saydırmaktı. “Beni dinleyebilmiş olsaydın anlatacaktım deniz, büyüksün ama yetmiyor,”diyerek Marmara’ya kafa tutuyordum.
“Anlat, o dinlemezse belki ben dinlerim,”diyen Deniz bir anda başımda belirivermişti. Büyük bir şaşkınlıkla “Deniz, ne geziyorsun sen burada,” diyorum. ”Belki denizin gerçeğini yanında istersin diye seni mahalleden beri takip ediyorum, annenle bağrışmanızı istemeden de olsa duydum,” yanıtını veriyor.
“ Olmaz öyle şey Deniz, hem sen de geçen gün babanla kavga etmiştin ama ben arkandan gelmemiştim çünkü böyle durumlarda insanlar yalnız kalmak ister”derken çok da sahici olmadığımı ses tonumdan anlıyordu ve pes etmeyecek olduğunu bana kanıtlarcasına “Peki hangi denizin seni duyduğunu düşünüyorsun İlesya?”sorusuyla küçükken ettiğimiz kavgalara benzer bir şekilde beni atıl bırakmayı hedefliyordu. Bu soru karşısında cevapsız kalıyordum. ”Yeter artık saçmalama sen yirmi üç yaşındasın, büyüdün, seni yalnızca ben duyarım bak bu kulak” diyerek yara bantlı elimi yakalayıp kulağına götürüyor ve ekliyor: “Hem konuşmasan da duyarım. Yeter ki kendine gerçek bir dünyada varoluş yaşat. Kendine duvarlar örüp orada yalnız başına kalma.”
Ne diyeceğimi bilemiyorum, meğer benim sahiden, koskaca bir denizim varmış suskunluğuna bürünüyorum. Şartların izin vermeyişinden pullarının marifetini göremeyen bir deniz kızı olup şairin de dediği gibi “her deniz kızı kendi kazasını kendi yapar” hesabı hep kaza yapmıştım. Şimdi annemin ormanını kendime çevirme zamanı gelmemiş miydi? Karşımdaki Deniz’e bakarak ne olmak istediğimi artık daha iyi biliyorum. Parmaklarımdaki kuşa, içimdeki aslana, ruhumdaki deniz kızına başka birine karışıp tam olmayı öğretmeliydim. Deniz, suskunluğumdan korkuyor, öyle ki elindeki peçeteyi bile bana uzatacak cesarete sahip değil. Onarmaya çalıştığı yaranın daha da derinleşmiş olmasından korkuyor olmalı. Kendimi tutamayıp hıçkırığa boğulunca Deniz bana öyle bir sarılıyor ki, göğsümde yumuşatıp kaleye gönderdiğim evdeki kadeh yüreğimde parçalanmıyor artık. Tam doksanda kalbimde yeşeriyor. Aşk nasıl bir şey diye sormamıştım kendime ama artık yanıtını biliyorum. Acıyla kamaşsa da parmakların, yüreğinde coşku hissediyorsan aşk budur.
Sena Çelik kimdir:
1993 yılında doğdu. Anadolu Üniversitesi İktisat mezunu. Neokuyorum.org’da söyleşiler ve kitap tanıtımları yapıyor. Edebiyat Haber, Artistik Bellek, Oggito Öykü, Bireylikler, Hece, Aşkar, Karahindiba,Tezgah Fanzin adlı mecralarda öykü ve şiirleri yayımlandı. Şiirihayat adında bir şiir kitabı çıkarmayı hayal ediyor.
edebiyathaber.net (6 Kasım 2018)