Eminim ki bir gülme tutmuştur sizi bu başlığı görünce!
O zaman dinleyin beni:
Önceki gün, sanırım ülkemizde bir ilk (ama dünyanın en büyüğü değil kuşkusuz); “Penfest” adı verilen bir kalem festivaline konuşmacı olarak katıldım. Buket Uzuner ile karşılıklı konuşmamızı Metin Uca’nın sorularıyla izleyicilere taşıdık.
Açılışta Doğan Hızlan, Nabi Avcı da vardı. Daha birkaç kalemsever oradaydı kuşkusuz.
İyi bir rastlantı İzel Rozental ile yüz yüze gelip kalemi ve başka şeyleri konuşma olanağımız oldu. Çizgilerin efendisi Tan Oral da oradaydı. Eminim ki daha göremediğim birçok kişi vardı.
Ama daha çok, bir kalemsever olarak gözüme ilk ilişen, dünyanın sayılı markadaki kalemlerinin orada bir arada bulunmasıydı). Bazılarını sayalım dilerseniz: Mont Blanc, Faber Castell, Waterman, Roting, Scrikss, Lamy, Visconti, Waldmann, Sheaffer, Parker, Cross…
Bu saydıklarımın tümünün kalem koleksiyonumda yer alması ise bir akraba karşılaşmasını yaşatmıştı bana!
Uzuner de, ben de kaleme dair sözler ederken; yazan kişiler olarak kalemle yolcuğumuzun yaratıcılığımızda en uçta durmasını birtakım örnekler/anekdotlarla dile getirmiştik.
Evet, özü şuydu ki: Kalem yaratıcıdır.
Sonrasında buna şunları eklerim sürekli: kalem yazmayı, düşünmeyi, duymayı, sevmeyi, gitmeyi, görmeyi, bağlanmayı, düşlemeyi öğretir. Yaratıcıdır çünkü. El ile zihin/duygu arasında bir yaratıcı araçtır. Siz buna yeni bir organınız gibi de bakabilirsiniz, tıpkı benim yaptığım gibi. Üstüne üstlük kalem sizi yalnızlaştırır; işte o ânlarda da çoğullaşmayı, çoğalmayı öğretir size. Bir sesi başka başka seslere taşırsınız. Orada hem içsesiniz vardır, hem de başka seslerin renkleri biçimleri.
Kendime bazen sorarım; kalem olmasaydı yazar mıydım, resim çizebilir miydim? Mümkünü yok!
Gene de bir kalemperver olarak babamın şu sözlerini hatırlarım bazen: “Biz savaş yıllarında okula giderken lastikten silgi, kömürden kalemler yapmıştık; çay ve sigara paketlerinin kâğıtları defterlerimiz olmuştu…”
Deftersiz, kâğıtsız kalem mümkün mü? Olsa da neye yarar acaba? Her ikisini hep bir arada düşünürüm. Benim için kutsaldır. Nabi Avcı açılıştaki bir sözünde bunu “mübarek”e çevririp “Ikra” suresinden söz etmişti. Hiç öyle de değil, bence! Kutsal başka, mübarek başka. Hele kalemin öyküsü daha da öncelerine uzandığına göre, bunu bir ayetle açıklayamayız. Üstelik orada “oku” denir, “yaz” denmez!
Kalemce bir bakış
Evet, kendime dönecek olursam:
Bir kalemperverim, çünkü göze gelir bir kalem koleksiyonum var. Öyle her şeyi toplayıp biriktiren değilim. Seçerim. Onları öyle müzelik gibi de tutmam. Kutuları, özel çekmeceleri de olsa; ara ara ve bazen sıklıkla kullandığım kalemler vardır. Ki, bunların bazıları çifttir, çünkü elimin yatkınlığındaki o kalemleri hiç kaybetmek istemem. Başlarına bir şey gelirse (Örneğin; hastalanırsa kalemim ya da kaybolursa ) diğerine geçerim hemen. Ki buna dair de bir örnek anlatmıştım o konuşmamda. Rüyalarımdaki kalemleri anlatmak sanırım şenlikli bir okuma yolculuğu olabilir!
Öyle açıp açıp benlenerek kalemlerini seyredenlerden değilimdir, ya da birilerine gösteriş olarak gösteren… Kendi tutkum, kendi zevkimdir. Üstüne üstlük işimin uğraşımın en vazgeçilmezidir. Hatta öyle ki bu sevgi biraz da babamdan aldığım bir aşıdır. Kalemsiz hiç olmadım, olamayacağım da kesin.
Gelelim kalemperestliğe.
Kalemperestim, sanırsınız ki doğduğum andan beri elime bir kalem tutuşturulmuş, kulağıma da “yaz” diye fısıldanmış. O gün bugündür kalemle yaşarım; yani kalemlerle yazar, kalemlerle düşünür, kalemlerle giderim. Kalemlerle kaç bin kilometre gittiğimin hesabı yok. Ömrümde yürüdüğümden fazla yolu kalemlerin yazdırdıklarıyla kat etmişimdir.
Yazdıkça ve çizdikçe daha çok görür hissederim. Kalemle gitmek zihnimi kanatlandırır. Dünyanın her yerine çıkartma yaparım adeta. Düşten düşünceye, resimden müziğe, sinemadan oyuna ve doğanın bütün renkleri, tınısı, sesine soluğuna adeta kalemle erişirim diyebilirim. Evet, kutsayıcı değil; bir mabede girercesine kutsal bir yanı vardır kalemin benim için.
Anneannem yerde ne tür bir kâğıt görse kaldırıp öper alnına götürür el ayak değemeyecek en yüksek yere koyardı bunu. Derdi ki; “Yazı yazılan şey ayak altında olmamalı!” Ona göre yazı kutsaldı. Kutsal kitabı okur, onunla yol alırdı kendi kendine kaldığı zamanlarda. Bunu da uluorta yapmazdı.
Kalemle yazarken kendimi saklarım adeta. Kimseye görünmek gibi bir derdim yoktur. Kalemle yazdıklarınız yeterince sizin aynanızdır. Ki onunla her yere taşınabilirsiniz.
Teknolojinin getirdikleri asla kaleme karşı değildir. Bunu insanlara anlatmak için bakın gene kalemi kullanıyoruz. Yerleri ayrıdır her birinin. Evinizdeki buzdolabı televizyonun yerini tutuyor mu? Veya yemek masanız sehbanızın yerini…
Bunu da yersiz bir karşılaştırma, tartışma olarak görürüm.
Dolmakalemlerle olduğu kadar kurşunkalemlerledir de benim yolculuklarım. Ruhumun içi ve dışı gibidirler. Teknolojinin kalem endüstrisine taşıdığı tasarımlar kalemi benim gözümde daha ezgün bir nesneye dönüştürmüştür. Bilirim “yılın kalemi” denilerek sunulanların nemem bir şey olduklarını. Kalem erbapları bunu anlar. Hatta içlerinden dudak ucuyla gülümseyenler bile olur; “bakın teknoloji kalemden hiç kopmadı, biz de kalemden” dercesine bir muziplik hissedersiniz o gülümseyişlerde.
Özü özeti şu ki sevgili kalemdaşlarım, kalemsiz kalmayın; iyi güzel kalemlere inanın. Birine sahip olunca da asla vazgeçmeyin derim.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (6 Kasım 2018)