Belleğin kıskacında: Yazarın yalnızlığı | Batuhan Sarıcan

Kasım 30, 2018

Belleğin kıskacında: Yazarın yalnızlığı | Batuhan Sarıcan

Pascal, insanın başına ne geliyorsa tek bir şeyden, bir odada rahat rahat oturmayı bilememekten geldiğini söyler. Yazar da böyledir işte; bir odada rahat rahat oturmayı beceremez. Girdiği o sıkıntılı yaratım sürecinde bir odadadır ve yalnız başına olmaya mahkumdur. Yazım sürecinde yaşadığı o huzursuzluk, o dürtü de doğrudan kâğıda yansır. Yazarın çilesidir bu; bir başına doğum sancısı çekmek…

Paul Auster da yazarın yalnızlığını ve yaratım sancısını eserlerinde derinden hissettiren yazarlardan birisi olarak New York, Varick Sokağı’ndaki bir göz odaya kapanıyor ve o huzursuzluğu yaşıyor. Oda adeta onun belleği. Önce babası, ardından kendi portresini bellek imgesinden yola çıkarak çiziyor. Hayal kırıklıkları, iki insan arasındaki mesafe, yitiriş, yerine koyamama ve yalnızlık arasında mekik dokuyor.

Anı-roman niteliği taşıyan “Yalnızlığın Keşfi”, Auster’ın 1979’da yazdığı “Görünmeyen Bir Adamın Portresi” ve 1981’de tamamladığı “Anı Kitabı” adıyla iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde babasının karakter analizini yaparken ikinci bölümde iç dünyasına çekilerek belleğinde karanlık bir yolculuğa çıkıyor. Söz konusu iki bölümün anlatım tarzı ve kurguları birbirine taban tabana zıt diyebiliriz. Ancak birbirini tamamladığı da aşikâr. Bu da görünürde ayrıksı gibi duran iki kitabın tek vücutta buluşmasının nedenini açıklıyor.

Eserin ilk bölümünde ne kadar doğrudan bir anlatım ve akış sağlayan bir kurgu varsa ikinci bölümde bir o kadar dolaylı, ağır aksak, kopuk kopuk ve dolayısıyla okuru yavaşlatan bir anlatımla karşılaşıyoruz. İlk bölümde birinci tekilden daha samimi bir anlatım yoluna giderken ikinci bölümde tanrısal anlatımla, kendisiyle arasına mesafe koyarak yazdığını görüyoruz. Bu durum, Rimbaud’un “Ben bir başkasıdır.” sözlerini hatırlatıyor. Kendinden bahsetmek için kendini yok etmenin gerekliliği… Kendinden uzaklaşarak kendine dönüşünün metninde Auster, çocukluğuna dönerek anılarını yeniden canlandırıyor. Biz de okur olarak zihninin karanlık perdesine yansıyanlara tanıklık ediyoruz.

Belleğin gücü

Eserde bellek imgesine sıkça rastlıyoruz: “Bir yer olarak, bir bina, bir dizi sütun, korniş, sundurma olarak bellek. Zihnimizin içindeki bedenimiz sanki onun içinde dolaşıyor, bir yerden bir yere gidiyor; ayak seslerimiz, yürürken, bir yerden başka bir yere giderken. ‘Kişinin bu nedenle çok sayıda yeri bulunmalı,’ der Cicero, ‘Bu yerler iyi aydınlatılmalı, bir düzen içinde açıkça görülebilmeli, uygun aralıklarla yerleştirilmiş olmalıdırlar; imgeler etkin, açıkça tanımlanmış, olağandışı ve insan ruhunun karşısına hızla çıkıp onun içine sızma gücü olan imgeler… Çünkü yerler balmumu levhalara ya da papirüse; imgeler mektuplara; imgelerin düzeni ve doğası senaryoya, konuşma da okumaya çok benzer.” (s. 107) Yazarın, yaratım ve bellek ilişkisini kurarken Freud’a sık sık atıfta bulunması tesadüf değil aslında. Zira Freud, yaratmanın köklerini çocukluk anılarında, bir çocuğun düş gücünde buluyor: “Düş gücü etkinliğinin ilk izlerini mutlaka çocuklukta aramamız gerek. Çocuğun en çok severek ve kendini vererek yaptığı iş oyundur. Belki de her çocuğun oyun oynarken düş gücü güçlü bir yazar gibi davrandığını, kendine bir dünya yarattığını, ya da daha doğrusu, kendi dünyasındaki şeylerin yerlerini değiştirip onlara yeni bir düzen verdiğini söyleyebiliriz… Onun bu dünyayı ciddiye almadığını düşünmek yanlış olur; tam tersine, oyununu çok ciddiye alır çocuk ve oynarken oldukça fazla kullanır duygularını. (…) Yazarın, çok tuhaf görünseler de çocukluk anılarına verdiği önemin, gözü açık düş görme gibi, düş gücüne dayanan yaratıcılığın da eninde sonunda çocukken oynanan oyunların bir uzantısı olduğu ve onların yerini aldığı varsayımından doğduğunu unutmamalısınız.” (s.210)

Freud’un bu tanımlamasından yola çıkan Auster, belleğin gücünü eserin tam ortasına koyuyor ve kurguyu, bir çocuğun düş gücü ve çocukluk anılarıyla şekillendiriyor. Yazar, bellek kavramını oda metaforuyla açıklıyor. Sözgelişi, bu kitabı yazarken Varick Sokağı’ndaki bir evde kapandığı tek göz oda onun belleği adeta. Odasının, sessiz bir çığlığı andıran yalnızlığında bile dünya baş döndürücü bir hızla duvardaki çatlaklardan içeriye sızıyor, parçalar usul usul bütüne varıyor.

Anı roman ve deneme

Can Yayınları etiketiyle kitaplığımızda yer alan ve tekrar tekrar okunmayı hak etmesiyle bir “modern zaman klasiği” olarak nitelendirebileceğimiz “Yalnızlığın Keşfi”, Auster’ın iç dünyasına yönelik yansımalar içeren ve okuru da içsel yolculuklara çıkaran bir okuma. Oda-bellek imgesine yoğunlaşan Auster, geçmişiyle yüzleşme ve yalnızlığı yazarak keşfetme çabasında.

“Kırmızı Defter”, “Cebi Delik” ve kendisiyle yapılan söyleşilerle birlikte okunduğunda yazarın yalnızlığını daha iyi anlamamızı sağlıyor. “Yalnızlığın Keşfi”ni okurken insan ilişkileri, görünmeyen, unutma, bellek ve zaman, yalnızlık ve ölüm üzerine ister istemez düşünmeye sevk ediyor. Bu yanıyla, “Anı Kitabı” bölümünde zaman zaman deneme okuyormuş hissine kapılmanız da mümkün. Özellikle ilk bölümdeki tasvirler, yazarın ve bunu yetkin bir şekilde Türkçeye kazandıran İlknur Özdemir’in edebi ustalığının güçlü göstergesi. Auster’ın kitabı yazdıkça belleğini katman katman açtığını, bilincinin akışına kapıldığını, kopuk kopuk ve ayrıksı hikayelerle de olsa bizi belleğinden içeri aldığını da söylemeden geçmeyelim.

“Yazılı konuşma, dünyadaki pek çok şeyi akılda tutma gereksiniminden kurtarır kişiyi, çünkü anılar sözcüklerde saklanır.” (s. 211)

Batuhan Sarıcan – edebiyathaber.net (30 Kasım 2018)

Yorum yapın