Öykü: Oda | Dilek Yılmaz

Aralık 4, 2018

Öykü: Oda | Dilek Yılmaz

Oda karanlıktı. Bir saat önce koymuşlardı onu buraya. Hemen kalkacakmış gibi yatağın köşesine ilişti. Cılız bedeni rüzgâra tutulmuş bir yaprak gibi titriyordu. Yapayalnızdı. Bu yatağa, bu odaya, bu eve yabancıydı. Kadınlar sırtını sıvazlayp, tek başına bırakıp gitmişlerdi. Çekindiğinden bakamadı sağa sola. Sadece birbirine sımsıkı kenetlenmiş kınalı parmaklarını izledi, yol yol olmuş desenleri ezberledi gözleri. Bir zaman sonra bakışlarını ürkekçe, kapatıldığı bu odaya çevirdi. Duvarlar açık yeşile boyanmıştı. Kerpiç evin ağıla bakan penceresinin hemen altına yıllardır emek emek işlediği çeyizlerini biriktirdiği sandığı koymuşlardı. Kapağı açıktı. İçinden, kendi elleriyle gök kubbeye yükselen rengârenk kuşlar işlediği siyah zeminli etamin seccadeyi çıkarmış, yatağın yanından kıbleye doğru sermişlerdi, bir ucu kıvrık bekliyordu öylece. Âdettendi annesi anlatmıştı. Seccadeyi görünce yine engel olamadığı bir titreme sardı bedenini. Kilitsiz tahta bir kapısı vardı odanın. Parmakları buz kesti, hemen yerinden fırlayıp, tahta kapıyı açıp kimseye görünmeden kaçmayı geçirdi aklından. Yapmadı ?,,,

Karşılıklı geçen araçların farlarıyla aydınlanan yolda bir minibüs ilerliyordu. İstanbul’dan yola çıkmıştı. Tur minibüsüydü. Yola akşamdan çıkmışlardı, Beypazarı’na hafta sonu gezisi düzenliyorlardı. Orta yaşlarını çoktan geçmiş eski lise arkadaşları,  yıllar sonra buluşmanın keyfiyle gençlik anılarını canlandıran şarkılar söylüyorlardı. Belli ki zaman hepsine meydan okumuş ve çoktan kazanmıştı.  Gece bastırıp bu gerçeği kulaklarına üfleyince delice neşeleri yerini yorgun bir suskunluğa bıraktı.

Minibüste bu gruba uymayan tek kişi şofördü. Hepsinden gençti,  grubun neşesinden etkilenmiş gaza bastıkça basıyor, otobanda ne kadar usta bir şoför olduğunu ispat etmeye çalışıyor gibiydi. Kadın baktı olmayacak, gitti şoförün yanına oturdu. Nasılsa uyuyamayacaktı bari şu deliyi biraz kontrol edeyim diye düşündü. Onu yol boyunca uyanık tutacak ve hız yapmasına engel olacaktı.  Kadın sordu :

-Çocuğun var mı?

-Bir kızım bir oğlum var abla.

Yüzü aydınlandı sanki çocukları karşısındaymış gibi gülümsedi.

– Gittiğim her yerden onlara küçük hediyeler alırım, dedi. Beypazarı’na daha önce de gitmiştim. Şekerleme götüreceğim bu defa.

Daha anlatıyordu ki telefonu çaldı, açtı, karısıydı arayan, adam çocuklarını sordu. Kontrol altında olduğunu anladığından mıdır nedir uzatmadı telefonu kapattı dikkatini yola verdi.

-Senin var mı abla?

– Yok, ben boşandım

Adam utandı. Kadın uzatmadı.

– Çok genç görünüyorsun.

Tekrar gülümsedi adam,

-26 yaşındayım.

-E  maşallah hemen iki çocuk, elini çabuk tutmuşsun. Sen şimdi birkaç tane daha yaparsın, diye takıldı. Adam yine utanmıştı. Bir kadınla böyle konuları konuşmaya alışık değildi. Gözünü yoldan ayırmadan:

-Yok abla iki tane yeter. Biz 13 kardeştik çok çocuk zor be.

-Nasıl 13 kardeş… Nerelisin sen?

-Vanlıyım.

Söz memlekete geldiğinde sohbetin arasına bir keder gelip oturmuştu. Radyodan acıklı bir halk ezgisi duyuluyordu. Hikâyesi olan türkülerdendi, genç yaşında sevmediği biriyle evlendirilmiş küçük bir geline ağıt yakılıyordu.  Kadın bir ara göz ucuyla şoföre baktı,  yolcuğun başından beri gruptakilerden aşağı kalmayan yalancı coşkusu sönmüştü. Sanki bir anda birkaç yaş birden almıştı, dokunsan ağlayacaktı.

Türkü bitip de kadın “Mola mı versek biraz?” der demez, en yakın benzinliğe çekti minibüsü.  Herkes indi.  Şoförle kadın, aracın hemen yanında eski tahta bir banka yan yana oturup birer sigara yaktılar.  Adamın belli ki bir derdi vardı. Kadın, yan gözle genç adamı izlerken merak etmekten de kendini alamadı. Öğrense ne olacaktı? Öğrenmese ne? Ama bu yolculuk gerçekten sıkıcıydı ve geçmişte kalan arkadaşlarıyla, yalancı neşelerin içinde yalancı kahkahalar atmaktansa hayatın içinden, hiç tanımadığı birinin gerçek hikâyesini dinlemeyi tercih ederdi.

Gecenin yazdan kalma tatlı serinliğinde kadın biraz ürpererek ceketinin yakasını kaldırdı. Benzin istasyonunun bitişiğindeki lokantanın ışıklı tabelası yanıp yanıp sönüyordu. İçerden gelen son moda pop şarkılarından birinin tekdüze ritmine, otobandan hızla geçen araçların sesleri karışıyordu. Her şey bir film sahnesinde gibiydi. Dolunay, az sonra konuşmaya başlayacak olan adamın yüzünü aydınlatırken, kadın, perdenin önündeki bir seyirci gibi acının izlerini genç adamın yüzünde bulmaya çalışıyordu. Bir süre öylece oturdular. Şoför sigaradan son defa uzun bir nefes çekti. Artık konuşacak gücü toplamış gibiydi. Anlatmaya başladı:

-On üç kardeştik. Tek erkek bendim, çok beklenen erkek olarak ben onuncu sırada doğmuşum. Babam ölünce tüm kızların sorumluluğu bana kaldı. Ablalarım ve benim bir küçüğüm evliydi, ben evlendiğimde geri kalanları da evermek bana düştü. Annem baskı yapıyordu, “köy yerinde bekar kalınmaz” diye. Annesinden öğrendiği lafı söylerdi hep, “kocanın iyisi kötüsü olmaz, bir it bir kemiği sürükler,” derdi. Öyle görmüştü, öyle bilmişti. Bir erkek için yıllarca uğraşmıştı, ne diyeyim, bir şey diyemezdim ki. Benim de niyetim Van’dan göçmekti. Orası bana yetmiyordu, büyük şehirde yaşamak istiyordum. Kız kardeşlerimin sorumluluğu sırtımda bir yüktü. En son küçük kardeşim kaldığında… Abla bilir misin o benim için çok farklıydı, uzun sürmedi, ona da bir kısmet buldum. İstemedi evlenmeyi, ben okumak istiyorum dedi. Ben de o zamanlar daha askerden yeni gelmişim, yeni evliyim, kendimi bir şey sanıyorum, sen de cahillik ben diyeyim hainlik, indirdim tokadı ağzının üstüne. “Nerde görülmüş ataya karşı gelmek dedim, yok öyle okumak falan evini yuvanı bileceksin!” dedim. O bana “abim” derdi bir başka bakardı yüzüme, eve gelince yolumu gözlediğini bilirdim, neden yaptım ki? Vurur vurmaz pişman oldum ama sözden geri dönülmez. Anamla akrabalar gazlayınca da yaptığımın haklılığına inandım. Ben güzel kardeşimi hiç dinlemedim. O zaman lise ikideydi. “Öğretmen olucam,” derdi. El işi öğretmeni olmak isterdi. Bir çeyiz sandığı vardı, dillere destan. Tüm köyün kadınları onun işlemelerini konuşurdu.

Tokadın ardından ikiletmedi dediğimi ama bir şeyler kopmuştu aramızda, anlamıştım. O günden sonra gözlerini kaçırır olmuştu benden.  Bir süre sonra unutuldu aramızda olanlar. Ben öyle düşündüm. Kendi derdime öyle düşmüşüm ki fark etmedim onun hüznünü. Davullu zurnalı, şenlikli oldu düğünü. Ertesi hafta ben de Ankara’da şoförlük işi bulmuşum göçeceğim. Kardeşimi bıraktık düğünden eve döndük, sabah anamın feryatlarıyla uyandım. Kardeşimin öldüğünü haberlemişler. Sabah yatağında ölü bulmuşlar. O yaşına kadar hiçbir hastalığı da yoktu. Kimse bilemedi neden öldüğünü. Ama ben bilirim. Onu ben öldürdüm. Benim attığım tokat öldürdü. O bizim gibi değildi. Hayallerini elinden aldım, o da gitti.

İkinci sigarasını da söndürüp diğerini yakarken adamın elleri titriyordu. Gözyaşlarını gizleyemedi. İzin isteyip kadının yanından uzaklaşırken döndü;

-Az önce dedin ya daha çok çocuk yaparsın diye,  abla işte ben bu yüzden çok çocuk yapmam, bir çocuğuma öbür çocuğumun yükünü taşıtmam. Yaşadığım kadarıyla hiçbir şeyden pişmanlık duymadım ama kardeşimi kurban ettim ya, bu günah hep benimledir. Keşkeler derin, karanlık bir kuyu gibi hayatımın ortasına yerleşmiştir.

Kadın donmuş bedeniyle neye şaşıracağına kime daha çok üzüleceğine bilmez kala kaldı. Gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Kızın küçük yüzünü hayal etmeye çalıştı.

Kapı açıldı, kocası girdi içeri,  sadece üç kez görmüştü. Bir istemede, bir nişanda,  bir de işte şimdi de düğünlerinde. Güzel çirkin olmasında değildi aklı, nedense ellerindeydi. Adam çok iriydi, kocaman elleri vardı. Kız o ellerden korkuyordu. O ellerin vücuduna değmesinden korkuyordu. Adam gülümsedi kıza, seccadeye eğildi iki rekat namaz kıldı. Sonra o koca elleriyle duvağını açtı, saçından çözdü çıkardı duvağını, eğildi boynunu öptü, “Hadi soyunmayacak mısın?” dedi, kendisi de hızla üstündekileri çıkartmaya başladı. Kız söyleneni yaparken elleri titriyor, kalbi korkuyla çarpıyordu. Yabancısı olduğu bu yerde tek başınaydı, onu koruyacak kimsesi yoktu. Abisi onu terk etmişti. İlk defa tenine kocaman eller… Gözlerini yumdu, ölsem keşke, dedi. Korkudan hızlanan kalbi sessizliği bölüyor, kulakları uğulduyordu. Üstünde sadece içliğiyle yorganın altına girdi gözlerini kapattı. Keşke ölsem dedi. Gözlerini sımsıkı yumdu ve bir daha hiç açmadı. 

Dilek Yılmaz  kimdir:

İstanbul Üniversitesi Reklamcılık mezunu. Uzun yıllar reklam sektöründe çalıştı. Öyküleri Kiltablet, Oggito, Son Kaknüsler ‘de, Mrs. Dalloway hakkında hazırladığı kitap inceleme yazısı Mevzu Edebiyat’da yayınlandı.

edebiyathaber.net (4 Aralık 2018)

Yorum yapın