Ah Kamilâ, Mehmet Sürücü’nün Notabene Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan ilk öykü kitabı. Her kitabın bir vakti saati olduğuna inanırım; ancak bu kitabı okuyunca “geç kalmış bir öykü kitabı” diye düşünmeden edemedim. Keşke daha önceki yıllarda tanışmış olsaydık dedim.
“Kamilâ” Pomakça bir kelime ve “peygamberdevesi” anlamına geliyormuş. (İsim sanmıştım önce, ne yalan söyleyeyim!) Pek rastlamadığım başka kelimelere de rastladım öyküleri okurken: Kumarika, mertek, korugan, kadinne, kandak, vada… Bu kelimeler, bir dil zenginliği olarak duruyor öykülerde.
“Geçti. Unuttun zamanla. Bense unutmadım hiç. O kum tanesinden, sana onca acıyı çektiren ufacık şeyden sonra, yokluğunun, sensiz bir hayatın korkusu düştü içime.” diyen “Kum” öyküsüne dalıyorum.
Uzaklardan gelen bir şarkı duyuluyor ben bu yazıyı yazarken. Sonbaharın son günü. Bir keman sesi eşlik ediyor. İnce. Hüzünlü. Yağmurlu bir hava. Hiç bilmediğim bir dilde, hiç bilmediğim bir yerde geçiyor şarkının “hikâyesi”… Yine de yakın buluyorum kendime. Öyküleri okurken dingin bir yol arkadaşı oluyor müzikler.
Zeytinlikler, dağlar, patikalar, keçiler…
Yazar, 1962 doğumlu. Erdekli. Uzun yıllar yağlıboya resim ve fotoğrafla uğraşmış. Öz geçmişinde şu ifadeler yer alıyor: “Yaşamının büyük kısmını tutkulu bir okur olarak geçirdikten sonra yazmanın büyülü dünyasına kapıldı.” Gözünüzde dingin bir deniz kenarı canlanıyor öyküleri okuyunca. Denizin dinginliği, öykülere de yansımış. Arada bir fırtına da denk geliyor okur. “Lodosun sokaktan havalandırıp kahvehanenin kapısından içeri savurduğu mor soğan kabukları, havada kararsız hareketleri dalgalandıktan sonra, biri pencereye yönelirken, diğeri ocaktaki kazanın kenarına çarparak, bardağa çay dolduran yaşlı kahvecinin ayakları dibine düştü.” diyor “Sıradan Bir Günde Bir Çakal”.
Zeytinlikler, dağlar, patikalar, keçiler ve doğadaki birçok unsur öykülere fon oluyor. “Bahar kıyıdan kenardan yüzünü gösteriyor. Zeytinliklerde, kasaba dışındaki tarlalarda çağla, badem, erik, allı morlu çiçekler açıyor. Yerlerden, yeşilin türlü tonu çimenler, otlar fışkırıp, sarılı beyazlı, allı morlu çiçeklerle beziyor her yanı. Havaların ısınmasıyla mevsimlik işler başlıyor.” Öykülerdeki anlatıcılar kimi zaman kadın, kimi zaman erkek, kimi zaman çocuk… Yaşadıkları yerler de benziyor birbirine yaşantılar da… Milo’daki (Pomakça, “kıymetli” demekmiş.) İlhan’ın hikâyesi zihnimizde bir yerde asılı kalıyor.
“Bir sonbahar esintisi gibi”
Ah Kamilâ bir ilk kitap demiştik. Dağlardan, yollardan, damlardan, ağaçlardan, incirlerden ve zeytinlerden sızan buğuyla gözlerimizin önünde can’lanan öyküleri var. Hayal ile hakikat arasındaki gelgitte vücut bulan kelimelere denk geliyoruz okurken. İçimizde bir yerlere dokunup geçiyor denizin mavisi, zeytinin yeşili, toprağın bozu… Yüzünüze hafifçe değen bir rüzgâr serinliği oluyor bu kelimeler. Bir sonbahar esintisi gibi.
Pastoral unsurlardan bolca yararlanıyor yazar öykülerinde. “Suskun, kenarı sazlı, çimenli dereyi dere eden kurbağaların sesleri dolacak odaya. Perdesi aralık camdan, dağın eteklerinden kaçıp kurtulan firari bir ay ışığı düşecek ayakucuna. İncirin dal aralarında binbir bal torbacığı tatlanacak. Elbet geçecek zaman. Gene yaz gelecek.” diyor.
Denizin kıyısındaki “Kum”
Bazen ince bir sızı bırakıyor annesinin dilinden dinlediğimiz o engelli çocuktan dökülen “Kum” öyküsü. “Kadınlar, uzun yaz günleri, sokak aralarında, fasulye börülce ayıklarken kurula kasıla çocuklarının becerikliliğini, akıllılığını överek anlatıyor. Seni, bu halini, bilmediğim bir kusurunu, bir eksiğini kafama kakıyorlar gibi geliyor bana. Seni dünyalara değişmem. Senin bir eksiklik, bir acı olmadığını insanlara anlatmak imkânsız.”
İnsan’a dair daha birçok şey var öykülerde. Okurken, “Kahvedeki radyodan yayılan muhayyer faslı, kumların üzerinde yatan terk edilmiş kayığın yorgun tahtaları arasından dolanıp kumları yalayarak esen lodosun sırtında, minicik dalgaların üzerinde sürüklenen mor bir filonun gemiciklerine eşlik ederek, Marmara’nın açıklarına yayılıyor…”
Belki de yazarın dediği gibi: “O akşam, gece yarısından sonra, orak gibi incelmiş ay battı.” ve “Denizin en anlayamadığım, en anlayamadığım, en büyülü şeyiydi benim için yakamoz. Arkamızda, uzun, ışıltılı bir yol eke eke yol aldık. Suya gömülen kürekler, sonsuz, parıldayan bir yıldız kazanını karıştırarak sudan çıktığında gecenin karanlığına süzüm süzüm ışıklar döktü. Denizden bir avuç su aldım. Parmak aralarımdan dökülen su değil, yeşilimsi, mavimsi, fosforlu bir ışıltıydı.”
Yeterince kulak verirseniz “duymayı” öğreniyorsunuz. Zeytinlerin hikâyesine daha bir odaklanıyorsunuz: Denizin kumuna, havanın lodosuna, keçinin çanına… Pastoral bir senfoni çalınıyor öteden. Sizi “yazıya” çağırıyor, yabana… “Yazı” dediğimiz şey bazen “kader” anlamına geliyor bazen de “ova”, “kır”… “Ben Cambaz Cazim’in kızıyım.” diyen Aybenuş’un hikâyesi de var o “yazıda”… Merak edenler için! “Ah Kamilâ”…
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (4 Aralık 2018)