Söyleşi: Dilara Özcü
Yazar Semih Erelvanlı ile hep kitap etiketiyle kasım ayında yayımlanan “Külleri” adlı ilk romanı üzerine konuştuk.
Daha önce öykü kitapları yayımlanan, sonrasında romana geçen bir yazar olarak soralım. Bu süreç sizi ne kadar zorladı, o sırada neler öğrendiniz?
Her şeyden önce uzun soluklu bir metin üretmeye girişmek, kendimle olan rekabette kendime bir kez daha meydan okumama yol açtı. Karmaşık bir olay örgüsünü yalın, aynı zamanda merak uyandırıcı tarzda işlemenin, olaylar ve karakterler arasında tutarlı bağlantılar kurmanın ne kadar zorlayıcı olduğunu gördüm. O arada öykü dilimde ulaşmaya çalıştığım sözcük ekonomisiyle romanın kimi yerlerde yavaşlama ihtiyacı arasında denge kurmaya çabaladım. Örneğin olay akışında bir yaprağın işlevi yalnızca nehre düşmek olabilir. Ancak nehre düşmüş bir yaprağın hikâyesi bazen o kadar mutluluk aşılayıcı veya iç kanatıcıdır ki, okuyucunun bunu hissetmesini sağlayacak kadar suyun kıyısında durmak gerekir. Bu da öykünün yıldırım etkisine alışkın benim gibi yazarlara daha sabırlı olmayı öğretiyor ister istemez.
Romanınız 2068 yılında geçiyor. Üçüncü Dünya Savaşı sonrasına dair bir tahayyül, daha doğrusu distopya. Bu kurgunun çıkış noktası neydi sizin için?
Dışarıya zıplayıp edebiyatın cümlelerine dönüşmeye can atan o kadar çok fikir vardı ki zihnimde. Örneğin, doğayla ilişkimiz açısından her dünün bugünden daha iyi, daha huzurlu olduğu. Örneğin, insanlığın toplumsal, ekonomik ve politik düzlemde teknolojideki gibi ilerleme sağlamak bir yana dursun, geriye düşüşlerle tanımlandığı. Örneğin, bir insanın şahitlik ettiği kötülüğü bile isteye engellememesinden nasıl arınabileceği. Sonunda bu düşüncelerimi uçlarından tutup geleceğe götürürsem neyle karşılaşırım, sorusunun ardına düştüm.
O dönemde benim Külleri’ne olan yolculuğumu hazırlayan ve İran Yeni Sineması üzerine yayımlanan kitabıma da ismini veren değerli bir filmden söz etmek istiyorum bu arada: İki Bacaklı At. İki çocuk arasındaki eşitsiz ilişki üzerinden dünyadaki sömürü düzenini sergileyen bir anlatıdır bu. Senaryonun sahibi Muhsin Mahmelbaf’ın böyle karamsar bir öyküyü neden yazdığı sorusuna verdiği yanıt, bana öncülük etmişti: “Görünüşte modern ama aslında ilkel bir toplumdaki gizli ilişkileri, totaliter bir otoriteyle toplum arasındaki bağlantıları (başka) nasıl ifade edebilirdim?”
İşin içinde devlet ve emniyet teşkilatı var, dünya ikiye ayrılmış. Değindiğiniz pek çok mesele aslında bugünün dünyasına ait görünüyor. Siyaset, sosyal hayat ve dünyanın her yerinde olan iktidar-zengin-fakir meseleleri, sizin kişisel olarak hayatınızı nasıl bir tahakküm altında bırakıyor, bu sıkışmışlık size ne hissettiriyor?
Teknoloji çok hızlı değişiyorsa da aynısını küçük dünyalarımız için söylemek kolay değil. İnsanlık bıkıp usanmadan “altın çağı”nı aramayı sürdürüyor. O altının rengi herkes için farklı olsa da en yaygın duygu, umutsuzluk. Nasıl olmasın? Çevre kirliliği nedeniyle genetiğimizin bozulması bir yanda, ırkçılığın artarak sürmesi diğer yanda. Yüzyılların sömürgeciliği bir yanda, madenleri ve emekleri zorla sahiplenilmiş kıtaların süregiden yoksulluğu diğer yanda. İnsanın bir başka insan tarafından ilk kez köleleştirildiği zamandan bu tarafa, adaletsizlikleri yaratanlar adaletin gerçek tanımına sahipmiş gibi davranıyor. Savaş çıkaranların hepsi barış taraftarı, sözlerine bakılırsa ezenler aslında ezilenlerin yanında…
Öyleyse bugünün dünde yattığını, yarını da bugünün yaratacağını söyleyebiliriz. İşte bu, Külleri’ni fütüristik bir kurguyla yapılandırmamın temel nedenidir: Bugün nasıl bir gelecek inşa ettiğimizin ayrımına varmak.
Hükümetin zihinleri okuma meselesi var Külleri’nin içinde. Manipülasyon, ilaçlar, medya, yüksek mevkidekilerin halka bakış açısı. Düşünmenin bile yasak olduğu zaman dilimi. İnsanoğlu bunları hak edecek ne yapmış olabilir?
Bunun için biraz önce bahsettiklerime dönersek, en başta gözümüzü tarihin derinliklerine çevirmemiz gerektiğini söyleyebilirim. Oradan da insan dediğimiz canlının özüne. Belli ki miyop doğmuşuz biz veya bu kusuru sonradan kazanmışız. Nedense bugünü o upuzun gelecekten daha fazla önemsiyoruz. Veya kendimizi ötekilerden –adaleti bir yana koyarak– daha çok seviyoruz. Yoksa kimilerinin iddia ettiğinin aksine, bütün savaşların, eşitsizliklerin sebebi sadece aptallık olmasa gerek.
İnsanın ölüm ya da yaşam kararını bile kendi kendine veremediği bir distopya kurduğunuz. Ve bolca kötülük. Kötülük aslında bugün hiç görmediğimiz kadar gözümüzün içine sokuluyor. Hani sokakta birinin başına bir şey gelse, bu olay gerçek mi şimdi diye düşünmemizden ya da kimsenin kimseye el uzatmamasından bahsediyorum. O kadar da değil denebilir elbette ama maruz kaldığımız şiddetin boyutu oldukça ciddi. Çare sizce nerede? İnsanlar neyi unuttu?
İnsanların unuttuğu bir şey mi var, yoksa henüz çoğunluğun hatırlayamadığı bir şeyler mi? Örneğin, özgürlük arzusunu. Adaletin gerçek anlamını. Yani bir başkası tarafından aşağılanmadan, dışlanmadan, onurlu bir yaşam hakkına sahip olmayı. Aynı kaynaktan gelip benzer yollardan geçtiğimizi… Belki de en çok her çeşit sınırın yapaylığını…
Doksanlı yılların başındaki Abhaz-Gürcü savaşının anlatıldığı bir film vardır: Mandalinalar. Estonya kökenli bir çiftçi, birbiriyle çatışırken ağır yaralanan bir Çeçen ve bir Gürcü savaşçıyı günlerce evinde iyileştirmeye çalışır. Birbirini öldürmek için fırsat kollayan iki taraf, zaman geçtikçe diğerinin insan olduğunu anlamaya doğru ilerler. Hatta öyle bir an gelir ki, Rus askerlere karşı birlikte savaşırlar. Estonyalı ihtiyar, bu sırada ölen Gürcü askeri Çeçen’in yardımıyla oğlunun mezarının yanına gömer. Baba, “Bu kimsenin savaşı değil” dese de, oğul savaş başlar başlamaz topraklarını korumak için cepheye gitmiştir. Çeçen “Kim öldürdü oğlunu?” diye sorar. “Ne fark eder ki?” der ihtiyar. Çeçen “Yani Gürcüler öldürdü” dediğinde ise yine “Ne fark eder?” diyerek yanıtlar. Sonunda Çeçen “Oğlunu bir Gürcü’nün yanına gömdün” dediğinde, bakar yüzüne ve “Ahmet, fark eder mi?” der.
Bu soru gibi görünen yanıtın önüne o kadar çok kelime koyabiliriz ki: Öldükten sonra ne fark eder? İnsan olduktan sonra ne fark eder? Canlı olduktan sonra, doğanın/evrenin parçası olduktan sonra ne fark eder?
Kim bilir belki de hatırlayamadığımız, kendimize bu soruyu sormaktır: “Ne fark eder?”
Peki, siz bu distopyanın bir ütopya halini kurgulasaydınız nasıl bir dönüşüm yazardınız?
Külleri’ni Gökkuşağı’na dönüştürecek olsaydım (veya ileride bir gün olursam), herhalde insanlar arasında tam bir dayanışma kurgulardım, tam bir işbirliği, tam bir yatay ilişki biçimi…
Seçmek ya da seçilmek meselesine de değinmek gerekiyor aslında. Çoğunluk, azınlık ve adalet mevzuları. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumuş birisiniz diye biraz da bu konulara giriyorum. Dünyada sayısı gittikçe artan oy kullanabilir yaştaki genç nüfus teknolojiyle bu kadar içlidışlıyken, her coğrafyada hâkim olan karmaşayı, çok sert süren politik yönelimleri neye bağlıyorsunuz?
Temel sebeplerden biri olarak, dünyanın her yanındaki otoritelerin bir güvenlik kaygısı yaratıp sonra bunu gidermek için toplum üzerindeki rızaya dayalı denetimini artırmasını görüyorum. Öte yandan işsizlik ve ekonomik kriz yoluyla geleceğin belirsizleştirilmesi, insanın varoluşsal sığınak/liman arayışı var. Bunlara gelişen teknolojinin kimin elinde ve hangi amaçla kullanılacağına dair korkuları, doğal kaynakların tükenmesini, gezegenin yaşanmaz hale gelmesi tehlikesini eklemeliyiz.
Elbette bütün bu sorunlar en çok gençleri etkiliyor. Dünyamızda sonsuz bir yıkım meydana gelecekse, buna onlar ya da onların çocukları tanıklık edecek. Bu nedenle de fütüristik kurgulara can havliyle koşanlar, asıl onlar. The Hundred dizisini defalarca izleyecek kadar derin kaygıları ve yazgılarının gelecekte nasıl olacağına dair duydukları yoğun merakları var gençlerin.
Peki, Külleri’nin kurgusunun gerçekten ne kadarının olabileceğine dair bir inancınız var? Ya da var mı?
Maalesef Külleri’ndeki öngörülerin –kısmen veya tamamen– gerçekleşeceğini düşünüyorum ben. Hatta sanılandan bile erken. Acımasız yeni bir küresel savaşın beklemediğimiz bir anda bizleri mahvedeceğine inanıyorum. Öncesinde veya sonrasında, dünyayı yönetenlerin toplum üzerindeki kontrollerini ve ellerindeki kozları artırmak için zihinlerimizi okumaya yaklaşacaklarını da düşünüyorum.
Ancak ben en çok neyin üzerinde duruyorum, biliyor musunuz? Bunların hiçbirine takılıp kalmamalıyız biz. Zihnimizde sadece ve sadece o ütopyayı canlı tutmalıyız. Er ya da geç gelecek olan o ütopyayı. Kırmızı.
edebiyathaber.net (7 Aralık 2018)