Kara bir kilit astılar ağaçkakanın uzun ince gagasına. Ölsün istediler, fark edince evdeki silik varlığını.
Damında otlar yeşermiş toprak evin nemli duvarları arasındaki hasta yatağından seslendi babam. Kurumuş sağ yanının donukluğu diline vurduğundan sesleri yutarak “aaaağaçkaaakan” diye çağırdı beni son kez. İçi kiraz dolu küçük hasır sepet elimde koşa koşa girdim odaya. Yaşıma göre fazla iri kemikli, derisi çatlamış pütürlü elimi sepete daldırdım. Şerbetine doymuş ve ağırlaşmış bir kirazın ince sapını iki parmağımla tutup babama uzattım. Ağzını tatlandıracaktım babamın ki tam o sırada patladı çatal dilinin altındaki zehir torbası. Yaylı yatağın demir başlığına dayalı beyaz yastığa yaslanmış adamın yüzünün ifadesiz sağ tarafı, öfkeden şişip kızarmış sol tarafının gölgesinde silinip kaybolmuştu. Beyaz kalın kaşının altındaki sol çukurun sarı bulanık beyazında çürük bir leke gibi devinip duran gözbebeği yuvasından çıkacakmış gibi belermişti. Kiraz parmaklarımın arasından kayıp düştü. Alışıktım babamın hastalık krizlerine. Aklım erdiğinden bu yana hep aynıydı babam. Bağırır, çağırır, azarlar, döverdi. Sol eli, kuruyup yanına düşmüş sağını aratmayacak tokatlar indiriyordu annemin yüzüne, ablamın yüzüne. Bir tek ben kaçardım babamın dayaklarından. Eee boşuna mı ağaçkakan demişlerdi adıma? Kız doğdum diye kara kundağa sarıp yüzüstü yatırmış halam. Ölmemişim. O, da “Kızbesti” diyelim adına, arkasından oğlan gelsin diyerek kendince bir kimlik kazandırmış yeğenine. Şeffaf, silik, kırılgan bir kimlik ve hakaret gibi bir isim. Arkasından erkek gelmiş mi? Gelmemiş. Genç anneme rağmen altmışlık babamın döl pınarı kurumuş. Ne hocanın muskaları ne de kocakarı ilaçları fayda etmiş adama. Annem sol yanı da kurusa da kurtulsak diye yalvarırdı ellerini gökyüzüne açarak. Ama bu defa annemin elleri babamın ağzını kapatmaya çalışıyordu. “Uygun bir dille söylerim ben, nolursun sus artık.” Hiçbir şey anlamıyordum. Babamın zehir dağarcığından dökülen felçli kelimeler nemli toprak evin ağır havasında asılı kalıyor, bir türlü kulağıma ulaşmıyordu. Ezik sözcüklerin, hecelerin arasından gevelediği o cümleyi net olarak duydum. “Seni hacıya verdim.” İnanmak istemedim. Elimdeki hasır sepet toprak zemine düştü. Yerdeki eski kilimin üstüne dağıldı kirazlar. Ağzımda zehir tadı, avuçlarımda çaresizlik…
On üç yaşıma kadar ağaçkakan olarak yaşamıştım oysa. Özgürce uçup durmuştum daldan dala. Başları sıkışınca hatırlayıvermişlerdi gerçek kimliğimi. Ve fark edilmem büyümemi sağlamıştı. Artık Kızbesti’ydim, ablamın gelin olduğu yaştaydım. Onun henüz başlarında bıraktığı kaderinin devamını yaşayacağımın da bilincindeydim. Bostan korkuluğuna benzer cılız bedenime bol gelen siyah uzun elbisemin eteğini toplayıp yumruklarımı ince bacaklarıma bastırdım. Baş bağımın altından sırtıma doğru sarkan siyah örgümün dibinden ateşler çıkıyor sandım. Ensem, yüzüm alev alev yanıyordu. Ama ağlamadım. Annem Ağaçkakan’ın öldüğünü fark etti o an. Koşup uzun kollarını vücuduma sardı. Beni bir arka odaya götürüp “Hacı, ablana karşılık seni istedi.” Çaresizdik dedi. Başka da açıklama yapmadı. Ona da aynısını yapmışlardı zamanında, ablama da. Sıra bendeydi.
Annem çift kanatlı ahşap kapının her iki tarafındaki demir halkalara koca bir kilit geçirip anahtarını cebine koydu. Kıstırıldığım kafeste yaptığım ilk iş kırkı yeni çıkmış ablamı yeniden öldürmek olacaktı. Ablam kanlı canlı karşımda duruyordu şimdi. Işıklar saçan beyaz dolgun tenine henüz dokunmamıştı hacının kaba elleri. Gül kokulu gerdanında mor ısırık izleri görünmüyordu. Bekâreti, yaşlı kocasının sararmış tırnakları arasında kirlenmeden önceki günlerde olduğu gibi hayat doluydu ablam. Kalbura dönmüş ciğerleri ağzında patlamamıştı sanki. Dudakları, beyaz yuvarlak yüzüne işlenmiş kırmızı gül goncası gibiydi. Kendi yandığı ateşe beni de attığı için “Neden öldün Gülsüm, neden?” diye bağırdım ona. Hıncım, öfkem, çelik bilekli iki ele dönüşüp çöktü ablamın gırtlağına. Ağzının kenarlarından, köpükler taşıncaya kadar sıktım beyaz boğazını. Kilidin ağırlığından iç içe geçmiş gagamın arasından “Öldürmeyecektin Ağaçkakan’ı,” dedim ayaklarımın dibinde nefessiz yatan ablamın donuk gözlerinin içine bakarak. Sonra babamın hasta yatağıyla kıstırıldığım kafes arasındaki toprak duvarın çatlaklarından felçli kelimeler doluştu kulağıma. Su istediğini anladım. Kolay kelimeler enkaza dönüşmeden çıkıyordu ağzından. Hak ettiği cezayı vermek üzere farelerin duvar dibine açtıkları küçük deliklerden birinin içinden sıvışıp dışarı çıktım. Annemin, fare zehri diye tavuk kümesinin çatısında sakladığı küçük şişeyi elimle koymuş gibi buldum. Kulpu kopmuş alüminyum tası kovaya daldırıp yarısına kadar su doldurdum. Üstünü fare zehriyle tamamladıktan sonra babamın eline tutuşturdum. O yarım canıyla, o kötürüm haliyle hayata öyle sıkı sarılmıştı ki… Sol gözü, diğeri gibi çürümüş tahtaların arasından toz elenen tavanda bir noktaya kilitlenip donakalmayıncaya kadar ölmeyecek zannettim. Babam, son nefesini verirken korku, heyecan, ürpertinin yanında küçük göğsümü kabartan bir şey oldu. Adını bilemediğim o meçhulün dürtüsüyle “Satmayacaktın Ağaçkakan’ı” dedim için için.
Öldürmeyecektim annemi. Cezaların en acılısını saklamıştım ona. İki kızının kaybıyla ölüp ölüp dirilecekti yaşadığı süre boyunca. Ölümlerden ölüm beğenecekti kendisine. Doğurmasaydı Ağaçkakan’ı. Çıktığım delikten kilitli kapının arkasına geri döndüm. Haziran güneşinin duvar çatlaklarından sızan ince uzantıları, iki paslı çiviye asılmış av tüfeğinin metal namlusunda bir araya gelip ilginç, parlak figürler şeklinde etrafa dağılarak silahı işaret eder gibiydi. Ablam öldükten sonra kumasının geri getirdiği, içinde birkaç parça el işi bulunan küçük çeyiz sandığını sürükleyerek duvar dibine yanaştırdım. Beni, o sandığa tıkıştırıp ölmüş ablamın yerine koymalarına izin vermeyecektim. Bu bedeli ödemeyecekti Ağaçkakan. Sandığın üstüne çıkıp tüfeği aldım. Namlunun ucundaki kalbim küt küt atıyordu. Silah patlamadı. Ama bir çat sesi duydum. Sesle birlikte dağ devirecek kadar güçlü hissettiğim hayaller tuzla buz olup etrafa saçıldı. Ardından açılan kapıyla birlikte beyaz bir ışık seli doldu odaya. Ortasında annem. Dizüstü karşıma çöktü. Gözyaşımdan ıslanıp buz kesmiş yüzümü sıcak ellerinin arasına aldı. Ağlamışım. O an fark ettim. “Hiç sana kıyar mıydım Ağaçkakan? Hacı namussuzunun gözü dönmüş. Ablana saydığı başlık parasını geri istiyor ki mümkün değil. Arsız adam ikimizden birini isteyince… Biz de seni…” “Sus, konuşma.” deyip yüzümü kavrayan ellerini sinirle geri ittirdim. Ya sen ya kızın demişlerdi. Annem de beni… O an annemi de öldürdüm. Annem, kirpiklerimin ucundaki damlalara karışıp toprak zemine düştü. Toprak damlaları emdi, annemi yuttu.
Sonra “Ben çiftliğe gidiyorum, artık senin el kapısında çalışmana lüzum yok. Yakışık almaz.” dedi, sesindeki erkten kendisi de utanmış gibi. Odaya dolan ışık selini de arkasından sürükleyerek kapıdan çıktı. Kilidin içinde dönen anahtarın çat çat sesi mahpus durumumu hatırlatırcasına kulaklarımda çınladı. Ağaçkakan hapiste…
Annem, uzun zamandan beri yörenin toprak zenginlerinden Nasip Beyin çiftliğinde çalışıyordu. Geçen sene Gürcistan Gimnaziyasındaki tahsilini bitirip çiftliğe dönen evin oğlu Ali Beyin şerefine verilen ziyafette kendisine yardım edeyim diye beni de götürmüştü annem. Çevikliğim ve elimin her işe yatkınlığı hanım ağanın gözünden kaçmamıştı. O günden sonra mutfağın temizliği ve özel misafirlere hizmet işiyle ben ilgilenir olmuştum.
Nasip Beyin dışında iyi insanlardı hepsi de. Hanım ağam, Ali Bey ve evin benimle aynı yaşta olan kızı Sedef Hanım. Sedef Hanım, kendisine hanım dememden hoşlanmazdı. Abisi, ona harfleri öğrettiği vakitlerde hemen koşar gelir, elimde ne iş olursa olsun “Bırak, gel” derdi Sedef. Ali Bey de hiç sıkılmadan öğretiyordu bize. Ben daha çabuk öğreniyorum diye Sedef’in üzülmesinden öyle korkuyordum ki… Yirmi sekiz harften oluşan Arap alfabesini kısa sürede öğrenip okumayı söktüğüm günü ömrümce unutamayacağım. Ali Bey, açık kahve gözleri sevinçten parlayarak ellerini uzatıp elimi avuçlarının arasına almıştı. Esmer pütürlü ellerim onun ak pürüzsüz elleri arasında okşanırken, rengârenk kıvılcım yağmurunun başımdan aşağı döküldüğünü sanmıştım. O an Ali Beyin eli annemin tembihlediği namahrem eli miydi yoksa gönlümdeki ince tele ilk dokunan el miydi anlayamadım. Elimi avuçlarının arasından çekip çekmeyeyim diye ikircikli halimi anlamış gibi “Aferin sana Ağaçkakan. Senin gelecekte çok başarılı olacağından eminim,” deyip hızla elimi bıraktı. Bahsettiği geleceği görür gibi cam boyunca uzanan bozkıra daldı bakışları. Sedef ve ben yanında yokmuşuz gibi “O gün yakındır,” dedi.
Son zamanlarda Ali Bey ve arkadaşlarının hararetli tartışmalarına kulak misafiri olurdum sık sık. İlginç kelimeler oluşturuyordu cümlelerini: eşitlik, özgürlük, devrim, Bolşevik harekâtı ve anlamını bilmediğim ama aklımda sıkı sıkı tuttuğum bir sürü kelime çalınıyordu kulaklarıma. Ben en çok “özgürlük” kelimesini severdim. Özgürce uçabilmeli ağaçkakanlar diye umutlanırdım onları duydukça. Nasip Bey, oğlunun ve arkadaşlarının konuşmasından hoşlanmazdı nedense. “Kötü günde sırtına yaslanacağım bir oğlum olsun dedim okuttum, oğlum yanımda duracağına karşıma dikildi.” diye dert yanıyordu hanım ağama.
Şimdi düşünüyorum da ne çok benzer taraflarımız vardı Ali Beyle. Aramızdaki yedi yaşa rağmen aynı düşünür gibiydik. Bazen “Ben mi geç kalıyorum, yoksa sen mi çok ilerilerdesin?” diye şakalar yaparak överdi beni. Onun gibi zekiydim, hayaller kurabiliyordum onun gibi, başarılıydım ama onun gibi kimsenin karşısına dikilecek gücüm yoktu. Kadındım. Nefes alışını erkeğin kaburga kemiğine borçlu olan kadın. Böyle anlatırdı büyüklerimiz, masal anlatır gibi.
Ali Beyi düşünmek gönlümdeki ince teli perde perde titretti ama öteye gitmesine izin vermeyecektim. Ailemin gösterdiği yolun dışında bütün yolların çıkmaza girdiğini göremeyecek kadar kör olamazdım. Usluca oturarak ablamı sırtladığı gibi Hacı’nın kollarına götürüveren boncuklarla süslenmiş, gümüş nallı, uzun yeleli boz atı bekleyeceğim şuracıkta.
Beni fazla bekletmediler. O hafta tüm hazırlıklar tamamlandı. Bir sabah kendimi ablama kumasından, bana da ablamdan kalma gelinliğin arasında titrerken buldum. Önce Gülsüm’e, şimdi ise bana ait olan çeyiz sandığının üstüne çöküvermiştim. Ellerime kına yakmıştı annem. Bekliyordum.
Her şey örf ve adete uygun olacaktı. Önce köyün imamı damat adayı Hacı’yla birlikte gelecekti. Kendine hazırlanmış özel köşede sırtına ve yanlarına dizilmiş minderlere yaslanarak başındaki sargılı papağını çıkarıp önüne koyacaktı. Hacı da yanına bağdaş kurup kısık bakışlarla süzecekti beni pişkin pişkin. Sonra ben, büyüklerin tembihlediği gibi başım önümde ağır ağır geçecektim önlerinden. O sırada imam sarıklı papağını bana doğru fırlatacaktı. Papak darbesiyle düşsem de düşmesem de imam kaleminin ucunu önündeki mürekkep dolu kaba bandırıp dizinin üstünde duran açık deftere bir şeyler karalayacaktı. Ardından “Hayrını gör Hacı.” deyip Hacı’nın ceplerini boşalttıktan sonra da “Helalini götürebilirsin.” diyecekti nikâh merasimini noktalayarak.
Yine büyüklerin anlattıklarına bakılırsa, imamın papak darbesiyle düşen kızlar evliliğe hazır değil diye nikâhları kıyılmazmış. Ablam denedi ama sonuç değişmedi. Düşmek ne ki ölsen bile durduramazsın o açgözlü kart horozları.
Az sonra ben de sonucunu değiştirecek güçte olmadığım bir merasimle kurban edileceğim dakikaları beklemekteyim. Annem kırmızı saten kumaşı gelin duvağı diye her tarafımı kapatacak şekilde başımdan aşağı sarkıttı. Ağaçkakan yuvadan uçtu uçacak… O anda bir at kişnedi yakınlardan sesini dünyaya duyururcasına. Göğsümün üstünden koşuyormuş gibi toynağından çıkan ritmik sesler kalbimin gümbürtüsüne karıştı. Havada patlayan silahlar, evdeki kalabalığın şıp diye kesilen sesleri, felçli babamın cam kenarındaki yatağından “Bu da ne?” diye bağırması merakımı ateşledi. Kırmızı duvağı aralayıp açık kapıdan dışarı baktım. Birbirinin ardından bahçeye dolan atların ayakları altında ezilmekten korkan tavuklar, kazlar çalı çırpıya uçuşuyorlardı telaşla. Toplanan hısım akraba ve çocukları da onlardan farksızlardı. Yuları, sırtındaki askerlerin elindeki yedi sekiz at, yerden dört basamak yükseklikteki toprak evin ahşap kapısına kadar gelip durdular. Hepsi aynı kıyafetli askerlerin arasından Ali Beyi görmem fazla zaman almadı. Çöktüğüm sandığın üstünden sıçradım. Kapıya doğru koşuyordum ki gelinliğim bacaklarıma dolandı. Düştüm. Saten duvağım başımdan kaydı. Demir dişli tokalardan kurtulan siyah saçlarım tel tel olup omuzlarıma dağıldı. Bir el bileğimden kavrayıp tekrar ayağa kaldırdı beni. Bu onun eliydi. Kalbimin ince telinin perde perde titremesinden anladım. Sonra bir adım önüme geçti Ali. Gözleri gökyüzünün mavisinde dolaştı kısa bir süre. Ve onun avcundaki ağaçkakanı fark ettim o an. Minik kuşun kafasındaki tarağa benzer tellerini sevdi yumuşak dokunuşlarla. Ardından avcunu açıp ağaçkakanı gökyüzüne salıverdi. Bulutsuz gökler senin olsun Ağaçkakan!
Yıllar sonra birlikte çalıştığımız “Kadının Sesi” dergisi için bir öykü yazmamı istedi Ali. Ben de beni yazdım, Ağaçkakan’ı.
Hediye Gasımova Nar kimdir:
1969 Azerbaycan doğumlu. Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi filoloji fakültesinden mezun oldu. Öyküleri Oggito ve Kiltablet edebiyat fanzininde yayınlandı.