Afyon Savaşları’nın ortasında bir gemi: “Haşhaş Denizi” | Kaan Kurt

Aralık 26, 2018

Afyon Savaşları’nın ortasında bir gemi: “Haşhaş Denizi” | Kaan Kurt

Hint asıllı yazar Amitav Ghosh’un Ibis Üçlemesi’nin ilki olan Haşhaş Denizi 2018 yılının Ağustos ayında Türkçe baskısını yaptı. Romanın 2008’de yazıldığını düşünürsek bir yönden bu geç bir tarih, bir yönden de birçok nitelikli romanın çok uzun yıllar sonra çevrildiğini düşünürsek kötü bir tarih değil. Amitav Ghosh romanlarını İngilizce yazıyor ve bu romanlar şu ana kadar dünyada birçok ödül kazandı. Örneğin, bahsettiğim ve Türkçeye yeni çevrilen kitabı Haşhaş Denizi 2008’de prestijli Man Booker Ödülü’nü kazandı, henüz Türkçeye çevrilmemiş The Hungry Tide kitabı ise Hindistan’ın önemli ödüllerinden Crossword Book’u aldı.

Haşhaş Denizi’nin öncelikle tarihi bir roman olduğunu söylemek mümkün. Hikâye İngiltere ile Çin arasında başlayan afyon savaşlarının öncesini konu alıyor ve üçlemenin ismini aldığı İbis adlı gemi romanda merkezi bir rol oynuyor. Romanda, Hindistan’ın kast sistemini, birbirinden farklı sınıfları, toplulukları, etnik kökenleri, inanç sistemlerini görmek mümkün. O dönemdeki Hint toplumunun çoğul ve çeşitli yapısı romanda da kendini gösteriyor. Roman, esasında, önemli bir kısmında üç farklı öyküyü konu alıyor. Hint Okyanusu’nu aşmaya çalışan gemi ve mürettebatının macera dolu öyküsü, afyon bağımlısı eşi olan, kayınbiraderi tarafından evlendiği gece tecavüze uğrayan Dîti’nin ve içinde yaşadığı küçük topluluğun göreneklerinin hikâyesi, sömürgeciliğin Hindistan’da etkisini ve otoritesini arttırmasıyla toplumdaki feodal statüsünü kaybetme tehlikesi olan ve hatta romanın ilerleyen kısımlarında mahkûm hâline gelen Nîl’in hikâyesi. Bu üç öykü ayrı ayrı ilerlerken, romanın bir kısmında bu öyküler İbis adlı gemide kesişmeye başlıyor.

Romanın dilsel anlamda da çeşitlilik içerdiğini söylemek mümkün. Karakterlerin bir kısmı İngilizce konuşuyor, bir kısmı Hintçe konuşuyor, bir kısmı ise Avrupa ve yerel dillerin melez bir karışımını. Hatta gemicilerin bir kısmı, herhangi bir ulusa ait olmayan gemici dili Laskari’yi konuşuyor. Böyle durumlarda elbette çevirmenin, bu dilsel çeşitliliği yansıtması için belli tercihler yapması gerekiyor ve bu romanda bahsettiğim melezliği aktarmak için çevirmenin bazı kelimeleri olduğu gibi bıraktığını, bu kelimeleri dipnotlarla açıklama yoluna gittiğini görüyoruz. Romanın orijinal İngilizce baskısında dipnotların bulunmaması ve yazarın da bunu tercih etmemesi aslında yazarın başka bir niyeti olduğunu gösteriyor: okura çeşitli boşluklar vermek ve onu bir ölçüde yabancılaştımak. Bu yabancılaştırma olumsuz bir işlev taşımıyor, melez dilin melezliğini aktarmanın bir yolu da bunları açıklanmaz bırakmak çünkü. Dipnotlara baktığımız zaman bunlar genellikle çeşitli Hintçe, Farsça veya yerel kökenli kelimelerin açıklaması ve bunlar romanın olay örgüsü açısından da kritik bir öneme sahip değiller. Bu açıdan, aslında bunların belki de gerçekten dipnotlarla dahi verilmemesi daha iyi bir tercih olabilirdi, çünkü işlevi anlamında değil tam da anlaşılmamasında, o dilin anlaşılmaz ve melez görüntüsünde. Elbette çevirmenin bunu tercih etmesi şaşırtıcı değil, bu genellikle seçilen bir yöntem ve bir kitabın satış rakamlarının yüksek olması için okurun metni anlaması ve başka okurlara önermesi önemli bir işleve sahip. Fakat bunun romanın orijinal dokusuna ve bahsettiğim dilsel çeşitliliği yansıtılmasına etkisi de eleştiriye açık.

Romanın belli bir baş karakteri olduğunu söylemek de güç. Fakat eğer böyle bir karakterden bahsedilecek olunursa bunun geminin, yani İbis’in kendisi olduğu söylenmeli. Gemi romanda bütün karakteri eşitleyen bir işleve sahip. Tıpkı dul kaldığı zaman içinde yaşadığı topluluğun adeti üzerine yakılmak üzereyken ona aşık olan Kalua tarafından kaçırılıp gemiye katılan Dîti’nin söylediği gibi: “Şimdiden itibaren aramızda hiçbir fark yok; bizler birbirimizle ‘jahaz-bhai ve jahaz-bahen’iz; geminin çocuklarıyız hepimiz.” (417). Romanın içindeki bütün şiddet sahnelerine, yaklaşmakta olan savaşa dair planlara, sömürgeciliğin şiddetine, afyonun toplumlarda yarattığı zararlı etkilere karşın böyle eşitlikçi bir dilin eleştirisi de geri durmuyor. Bu bağlamda, romanda hem farklı karakterlerin hem de farklı seslerin bir arada olduğu söylenmeli. Bu anlamda, Bahktin’in karnavallaşma ve heteroglossia kavramlarıyla birlikte düşünülebilecek bir roman bu. Birbirinden farklı birçok karakter bir arada işleniyor ve hepsinin kendine has sesleri birbirini bastırmadan, aralarında hiyerarşi içermeden, üstünlük kurmadan bir arada bulunuyor.

Son olarak belki romanın metinlerarasılığını da vurgulamalıyız. Haşhaş Denizi, gemide geçen bir macera romanı olmasıyla dahi Jules Verne’i andırıyor fakat bunun da ötesinde romanda Dîti’nin kaçırılma sahnesinin, Jules Verne’nin Seksen Günde Devri Alem’indeki bir sahnenin benzeri olduğu söylenebilir. Peki bunun işlevi ne? Jules Verne’in romanında Batılı karakter Doğulu ve “ilkel” bir topluluk bir kadını yakmak üzereyken onu kaçırır ve “kurtarır”lar. Burada ise Dîti’yi kurtaran yine Dîti gibi bir Hintli, hatta ondan daha alt kastta, Dokunulmazlar’dandır. Öte yandan Jules Verne’nin romanında, bahsettiğim yerli kadın kurtarıldıktan sonra hiç konuşmaz, sesini duymayız. Bu romanda ise diğer kadın karakterler gibi Dîti’nin oldukça güçlü olduğu ve onun sesinin duyulabildiği söylenebilir. Bu anlamda roman, kolonyal bir metnin yeniden yazımını içeriyor ve kolonyal söylemin altını oyuyor. Bunun da dışında romanın çeşitli yerlerinde otoriteye yönelik sorgulamalar ve otoritenin/iktidarın söyleminin altının oyulduğu sahneler karşımıza çıkıyor.

Haşhaş Denizi tarihle fantezinin birleştiği oldukça ilginç bir roman. Bu açıdan, Türkiyeli okur için İhsan Oktay Anar kitaplarını hatırlamak faydalı olabilir. Elbette, aralarındaki farkı yok saymıyorum. Fakat iki yazar, tarihi fanteziyle bir araya getirmeleri, daha deneysel ve bilindik kullanımından farklı bir üslup/dil kullanmaları yönleriyle birbirine benziyorlar.

Bütün bu saydıklarımın yanı sıra, Haşhaş Denizi Hint okyanusu çevresinin döneminin tarihsel ve toplumsal yapısına dair birçok bilgi veriyor ve yaşadığımız zamanın içinde evrensel sandığımız birçok değer ve algının aslında tarihin kısa bir döneminde inşa edilip geçerli hâle geldiğine işaret ediyor. Örneğin, ulus devletler ve onların tahayyül ettiği homojen ulus yapısı bunlardan bir tanesi. Belki de, dünyanın her yerinden, küresel bir okur kitlesini böylesine spesifik bir zaman ve yerde geçen bir romanla heyecanlandırmak için de tam da böyle olması gerekiyor ve romanın başarısı da burada gizli.

Kaan Kurt – edebiyathaber.net (26 Aralık 2018)

Yorum yapın