Umursamamıştım Ömer abinin uyarısını.
Kütüphaneden çıktığımda Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ı koltuğumun altındaydı.
Okudukça özgüvenim artığından olacak, hızlı birkaç adımda sınıfa varmıştım bile.
Dersimiz boştu.
“12 Mart” askeri darbesi olmuştu. Birkaç öğretmenimiz darbenin ayak sesleri gelmeye başladığında tutuklanmıştı.
Beni uyaran, okulumuzun katibi Ömer abi de birkaç hafta sonra tutuklanıp Diyarbakır’a gönderilecekti.
Hatırlarım, romanın girişinde yer alan “önsöz”ü (K. Lomunov’un) okurken önümde bambaşka bir dünya açılmıştı. Dört ciltlik bu romanı okumaya kararlıydım. Bakan gözlerden ırak bir yerde bunu yapmamı öğütleyen Ömer abinin; “Şimdi tam da bu romanı okumak zamanı,” sözlerini unutmam mümkün değil.
Nasıl olmuşsa Jack London’ın “Demir Ökçe”si okul kitaplığına girmişti. Memet Fuat’ın “Türk Edebiyatı” seçkileri ve daha birçok kitap, kentten ayrılan bir öğretmenin armağanı olarak kitaplığın bir köşesinde duruyorlardı.
“Demir Ökçe”den sonra bunu okumamın iyi olacağını söylemişti Ömer abi.
Bir yandan Türk Edebiyatı 1971’den yazılar şiirler okuyor, diğer yandan da Leyla Soykut’un çevirisinden “Savaş ve Barış”ı okumayı sürdürüyordum. Tolstoy bütün zamanlarımı kuşatmıştı.
Yaşadığımız hayata baktıran, sevdiren, unuttuğumuz zamanlara bizi döndüren Tolstoy, bu destansı anlatısında 1805/1812 Rusyası’nın ruhunu yansıtıyordu. Orada insana/hayata/savaşa dair her şey vardı. Borodino Savaşı’nın açtığı sonuçların topluma yansılarını anlatırken Tolstoy, aklın ve vicdanın sorgusunu da yapar sıklıkla. 1867’de yayımlanan roman, tarihin yarattığı bir zamanın gelip bir anlatıya nasıl dönüştüğünü, insanlık tarihine edebi miras olarak nasıl ulaştığını da gösterir bizlere.
Tolstoy’un bu romanı üzerine nasıl çalıştığını öğrenmek şaşırtıcı gelmişti bana. Bir tarih kitabı yazmıyordu, evet. Ama bize tarihsel zamanı anlatan bir romanın nasıl yazılması gerektiğini öğretiyordu. Üstelik bunu da sorular/sorgularla kotarıyordu.
Prens Andrey’in sorgularının Tolstoy’un da sorguları olduğunu düşünüyordum nedense.
Yıllar sonra “İtiraflarım”ını, savaş karşıtı yazılarını okuduğumda Tolstoy’un vicdan sorgusunun ne denli uyarıcı olacağını da görecektim.
Onu Rus devriminin aynası olarak gören Lenin, yapıtı üzerine şunları söyleyecektir:
“Tolstoy’un eserlerinde, görüşlerinde, öğretilerinde ve okulunda bağıran çelişkiler gerçekten vardır. Bir tarafta sadece Rusya’daki hayatın emsalsiz resmedilişi ve dünya edebiyatının birinci sınıf yapıtlarını veren dahi bir sanatçı var, diğer tarafta Hıristiyanlık içinde delileri oynayan bir çiftlik sahibi.”
Günlüklerinden de izleyebildiğimiz kadarıyla Tolstoy hem ruhsal hem de düşünsel gelişiminin seyrini açıklıkla dile getirir. Öyle ki kendi kişisel tarihinin tanıklığını içinden geçtiği zamanın ruhuyla örtüştürerek anlatır burada. Onun büyük yapıtına dönük birçok ipuçlarını günlüklerinde bulabiliriz.
25 Haziran 1853’te şunları yazıyordu:
“Yazamam. Son derece yavaş ve kötü yazıyorum. Peki yazmaktan başka yapabileceğim ne var? Durumumu düşünüyorum. Uzun süredir kafamda alacalı bulacalı düşünceler uçuşup duruyor; ama kötü ve mutsuz olduğum dışında hiçbir şey anlamıyorum. Uzun süren ıstıraplı bir tefekkürün ardından zihnimde şu düşünceler şekillendi: yaşamımın maksadı belli-iyilik- ve bunu tebaama ve halkıma borçluyum. Tebaama borçluyum, çünkü onlara sahibim; halkıma borçluyum, çünkü yetenek ve zekâya sahibim. Halkıma karşı olan borcumu şimdi yerine getirebilirim; ama tebaama olan borcumu ödeyebilmek için elimdeki bütün imkânları kullanmalıyım.”
Tolstoy tutkulu, akılcı biridir. Yaşamını düzenlerken bunlardan hareket eder. Hayatı her aşamasında sorgular.
“Amaçsız ve düzensiz yaşamdan hiç memnun değilim,” derken zekasının hayatının odağındaki yerini de sorgular. Madem ki bu bana Tanrı’nın bir lütfu, öyleyse bunu değerlendirmeliyim der.
“Tanrı’nın varlığının gerekçesini anlamıyorum; ama O’na inanıyorum ve O’nu anlayabilmek için O’ndan yardım diliyorum.”
Bu belki da düşüncesinin tözünü oluşturmaktadır.
Günlük tutmak onun yazı laboratuvarıdır da denebilir:
“Yazarken genellikle güzel bir fikir ya da iyi ifade edilmiş bir düşünceyi daha dahil edebilme arzusu yüzünden gecikiyorum. Bu yüzden eğer özgün bir düşüncenin bir yere dahil edilebilmesi zor gelirse, onu gecikmeksizin günlüğüme yazmalı ve yeri geldiğinde yerleştirmeliyim. Böylece o fikir yerini kendiliğinden bulacaktır.”
Bugün Tolstoy okuru olarak geldiğim noktada onu okurken “Tolstoy Okuma Güncesi”ne başlamam da biraz bundan. Onu anlamak kadar ona dair yazabilme düşüncesinin ipuçlarını da bana verebilecek bir şey bu okuma güncesi. “Sofiya Tolstoy” (Alexandra Popoff) biyografisini okumam da bunun önünü açtı demeliyim.
Her adımda soran/sorgulayan bir anlatıcı ile yüzleşmek öğretici geliyor bana.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (15 Ocak 2019)