Gözlerim kapalı, pencerenin ötesindeki gecenin kıyısında, içimdeki karanlıkla başbaşayım. Korkuyorum. Odamın kapısı sessizce aralanıyor. Siyah pelerinli bir gölge yaklaşıyor yatağımın ayakucuna ve karşıma dikiliyor. Kırmızı kanla dolmuş gözlerini yüzümde gezdirdikten sonra “Daha zamanın var” diyor karanlık ağzından çıkan fısıltılarla. Istırabıma son vereceğini sanıp umutlanmışken, beni kendimle bir hesaplaşma içerisine sokup yatağımın ayakucuna çöküveriyor. Hummalı gelişini kimsenin fark etmediği gibi, odadaki varlığını benim dışımda gören yok. Gözlerim kapalı olsa da, odada yalnız olmadığımı biliyorum. Günlerdir başucumda nöbet tutan çocuklarımın, torunlarımın konuşmalarını ve yabancısı olduğum bir sesle, bir ömür boyu yakınlık kuramadığım bir kitaptan okunan duaları işitebiliyorum. Pelerinli gölgenin soğuk nefesi dolaşıyor ortalıkta. Soğumaya ayaklarımdan başlıyorum. Ölümüm de benim gibi, yavaş ve yaşlı. Yukarılara yürümesi… Kalbime varışı… Aylar, yıllar sürecekmiş gibi. Bitmeyecek gibi ıstırabım.
Bulanık zihnimde canlanan görüntülerin şeffaflığına şaşırıyorum ve korkuyorum. Kurtulmam için zihnimden başlasaydı ölümüm keşke. Şu siyah pelerinli gölge – Azrail diyesim var ona – ölüm meleği. İçimi okuyormuş gibi “Bu dünyanın yalanını hakka taşıyamazsın öyle. Belirsiz bir kimlikle, günahlarından arınmadan Kutsal Ruh’a kavuşamaz, huzur bulamazsın,” diyor sadece benim duyabileceğim yakınlıktan kulağıma eğilerek. Tekrar yine ayakucuma geçip gözlerini yüzüme dikiyor.
Kutsal Ruhu çağırıyorum ve İsa’yı. Çan sesi çınlıyor kulaklarımda. Kilise kubbesinin renkli camlarından sızan güneş ışınlarının elvan huzmesinden geçip, İsa’nın cansız bedeninden yeniden doğuşunu, göklere yükselişini anlatan ikonların önünde diz çöküyorum. Zaman hafızamda çok silik. Yirminci yüzyılın başları olabilir belki. Adımın Mukaddes olmadığı zamanlardayım. Maria’yım. Babamın zümrüt gözlü kızı… Anamın ilk göz ağrısı, karındaşlarımın biricik ablası. Yaşımı şuan hatırlayamam, imkânsız ama memelerimin ipek giysiler altında fındık kadar olduğu dönemlerimdeyim. Kilisede acı var, gözyaşı var, tedirginlik var. Kutsal Ruhun göklerine açılmış eller var. Anamın elleri, babamın elleri, karındaşlarımın… İsimlerini unuttum mu ne? Yok, hayır, Gabriel ve Daniel’in elleri. Önlerindeki zorunlu yolculukta kendilerine yardım istiyorlar göklerin Tanrısından. Aniden kilise kararıyor, yer yuttu sanıyorum hepimizi.
Sonra bir nehir kükrüyor hafızamın derinlerinde ve yine küçük Maria. Ateşler içindeyim. Vücudumda kırmızı döküntüler. Kütük gibi ellerim babamın avuçlarının arasında. Diz çökmüş karşımda “Zümrüt gözlüm, sümbül saçlım,” diyor babam. “Dicle zalim, suları bulanık, yolculuk zor. Karşıya geçireyim hele ananı ve kardeşlerini… Döneceğim. Sen iyileş, bekle beni.” Hıçkırıklar konuşmasını yutuyor. Dicle, gözlerimin kıyısında deli deli, köpük köpük. Bir sal gömülüyor sulara, belki de yüzlercesi. Babam geri gelmez artık. Annem de kardeşlerim de…
Şimdi de yalnızlığımın başladığı gündeyim. Şu an ölmeye çalıştığım bu konağın avlusuna adım attığım ilk günde… Ağlıyorum. Birileri avutmaya çalışıyor beni. Kaytan bıyıklı, parlak çizmeli bir adam. Babamın en yakın arkadaşı. “Dostumun emanetisin,” diye rahatlatıyor beni. “Evlat” diyor karısı, ötesi var mı? Sonra? Sonra yasaklar giriyor hayatıma. Koynumdan haçımı söküp alıyorlar ilk önce. Sonrasında evlat diye kucak açtıkları Maria büyüdükçe… Bacak arasında kanlar görülür görülmez… Adam, kısır karısının da onayıyla beş çocuk veriyor kucağıma. Kendi dölünden…
Artık Mukaddes’im. Maria’yı ailesiyle birlikte Dicle’ye gömeli yıllar oldu. Beş Müslüman çocuk yeşerttim dölyatağımda. İsa’nın soyundan olmayan, İsa’dan uzak. Ondan mı bilemiyorum ki bu yaşımda huzurlu bir ölüm beklemekteyken rahmimi içten içe kemirmekte olan bir yengecin kıskaçlarında can çekişmem? Can çekişiyorum evet. Günlerdir ölemiyorum. Hatırlamazsam, anılar canlanmazsa zihnimde öleceğim, kesin. Nitekim olmuyor. Acıklı bir film şeridi sanki hayatım. Zihnimin karanlığındaki tutsak anılar, teker teker çıkıp yakama yapışıyor. Bulanık hafızamın kuytularındaki görüntülerin biri silinmeden diğeri başlıyor canlanmaya. Yeni görüntüm karşımdaki duvara yansımış. Bir atlı geçiyor duvar boyunca. Şaha kalkmış siyah atının toynağından kopan tozlar boz dumana dönüşüp gökyüzüne yükseliyor. At, yatağımın hizasında durup iki kere kişniyor. Sesinden irkilip gözlerimi anca yarım açabiliyorum. Atlı, attan inip başucuma geliyor. Elini uzatıp yastık üstüne dağılmış beyaz saçlarımı okşuyor yumuşak dokunuşlarla. Babam… Son kez Maria’nın gözlerindeki zümrüdü görmek istercesine üstüme eğiliyor. Göremez ki… O gözlerin suları Dicle kadar bulanık şimdi. Çamur akıyor pınarlarından. Babamın zümrüt yeşili, o çamurlu sularda dalından kopmuş çürük bir sonbahar yaprağı artık. Nuru yitmiş, feri sönmüş, rengi solmuş. Baba nefesi yüzümde dolaştıkça kendime geliyor gibi oluyorum bir ara. Hırıltılı seslerimi, inlemelerimi duyuyorum sanki. Dudaklarım aralanıyor mu bilemiyorum, baba kelimesini döndürmeye çalışıyorum ağzımda. Mümkün mü? Dilim şişmiş, nefesim bitti bitecek. Babamın görüntüsü yitmesin diye direniyorum göz kapaklarıma. Ne kadar direnebileceksem?
Gözlerim tamamen kapanıyor. Başucumda okunan duaları duymuyorum artık. Soğumam karnıma kadar yürümüş. Rahmimde kök salmış yengecin kıskaçları donmuş, belden aşağı ağrılarım dinmiş. Azrail’in, kalbimi sökeceği anı bekliyorum özlemle. Yatağımın ayakucuna oturmuş siyah pelerinli gölge üstümde havalanıyor. Döş kafesime çöküp uzun sivri tırnaklarını sol göğsüme saplıyor. Karaya vurmuş balık gibi patlamaktayım. Son bir nefes çekmiş, içimde tutmuşum. Azrail’in bağrımdan sökerek avucuna aldığı kalbimin döğüntüleri susmak bilmiyor. Ölüm meleği, sivri tırnaklarını yüreğimin orta yerine saplayıp iki parçaya ayırıyor kalbimi. Yıllardır herkesten habersiz kalbimde sakladığım altın haçı çıkarıp avucumun içine sıkıştırıyor. Vücudumun her tarafı ölmüşken, bir güç, bir enerji yayılıyor avucumdan omzuma doğru. Sağ elimin baş, işaret ve orta parmağını bir araya getirip alnımdan başlayarak dudaklarıma, omuzlarıma doğru inen çapraz bir çizgiyle istavroz çıkarmayı başarıyorum.
Dört mevsimi bahar olan selvilerin baş başa verip dualar ettiği, göklere yükseldiği huzurlu bir yerdeyim artık. Ağaç dallarına tünemiş üzgün baykuşlar gelişimi müjdeliyorlar yakınlarıma. Annem, babam, kardeşlerim –hepsi- yanımdalar şimdi. Siyah pelerinli Azrail’in kanatlarından inerek ailemin açık kollarına koşuyorum. Gözlerim kapalı olsa da, dışarıdaki akşamın başlattığı gecenin içimdeki karanlığından korkmuyorum artık. “Yalnız değilsin Maria.”
Hediye Gasımova Nar kimdir:
1969 Azerbaycan doğumlu. Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi Filoloji fakültesinden mezun oldu. Öyküleri Edebiyat Haber, Oggito, Kiltablet’de yayımlandı. Didim’de yaşıyor.
edebiyathaber.net (15 Ocak 2019)