Yazan bir kadının, yine yazan bir kadına mektubu olarak okunabilir bu yazı. “Kadın önceki hayatında tam bir asi. Yollara düşüyor ve düşecekse de yollarda düşüyor. Trenler, otostoplar, TIR’lar, kentler, benzinciler, moteller boyunca dolaşıp yazıyor. Hiçbir şeyin önemi yok, kelimeler dışında. Dünya devası bir sirk yeri. Mucizelere, garipliklere ve baş döndürücü hikâyelere gebe. Dünya sonsuz bir labirent gözünde. Keşfetmeye çalışıyor. Başaramayacağını bile bile ki yolda ya da bu yolda başarısızlık bile kutsal! Dünyayı hikâyelerde yakalamaya çalışıyor, elinde defteri ve kalemi, durmaksızın hikâyelerin içinde dolaşıyor.”
Özge Lena’nın Otopsi’si bir kadının değil, birçok kadının yazgısını dile getiriyor. “O sadece yazmak istiyor. Kelimeleriyle arasına giren tüm yaftalardan nefret ediyor. Onu duvarlara, sınırlara, rollere, maskelere, suretlere hapseden tüm dayatmalara lanet ediyor. Olmadığı kişi, olamadığı kişi ve olduğu kişiler arasındaki boşluk onu yıpratıyor.”
‘Kâğıt kesiği’miz…
Kitabın kapağında da aynı kâğıt kesiğini görüyorsunuz, satırların arasında da… Daha ilk sayfalarından itibaren kendinizi yakın hissediyorsunuz Otopsi’ye. Girişi çarpıyor, hele ki karşılaştığınız boşluk duygusu. Tuhaf bir his kaplıyor içinizi. Makasla kendini yaralayan o kadının hikâyesini gördüğünüzde şöyle bir duraksıyorsunuz önce. Sayfa on dokuz… Üzerinde çalıştığınız bir öykü geliyor aklınıza. Bir kadının kendini makasla yaralayışına şahitlik ettiğiniz öykünüz. Diğer öyküler/iniz de uçuşuyor zihninizde; “Kâğıt Beyazı Tenin”, “Kâğıt Kesiği” ve “Kahkaha Çiçeği Çıkmazı Kadınları”… Sayfalar ilerledikçe yazgınız karışıyor.
“Şimdi artık her an gebeydi. Kelimelere, hikâyelere. Kendini bile sil baştan doğurabilirdi isterse. Ruhunda yuvalanan gücü hissetti. Kelimelerin üzerine binip onları kırbaçlayarak hükmedebilecek kudreti. Titredi. Sandalyesine oturup daktilosunun tuşlarına dokundu. Kutsal harfler. İlahî olanı oluşturan usare. Benliğinin yapıldığı madde. Tablodaki kadınla bakıştı. İkisi de sessizce, durdular öylece. Bir süre harfleri okşadı ve sonra parmakları kendiliğinden üzerlerinde gezinmeye başladı.” Bir kadının, yazan bir kadının yaz(g)ısına dair bir roman bu. Bakışımız ayrı bile olsa duruşumuz yakın, diye geçiriyorsunuz içinizden.
Kitap, bittiğinde tek bir kelime düşeceksiniz not olarak: Sarsıcıydı! “Hiç kimse boşuna karşılaşmıyor. Bildim.” diyeceksiniz yazara. Yazacaksınız. Çünkü ilk kitap, çünkü ilk heyecan, çünkü ilk coşku… Yazıyorsunuz. Düşüncelerinizi paylaşıyorsunuz: “Kitap ilkin biraz ince gelmişti bana hacim olarak. Ancak içerik oldukça doyurucuydu. Sayfa sayısına çok takılmam bu tip durumlarda. Kendimi dilinize yakın buldum. Benimkine göre biraz daha ‘ağulu’ ama… ‘Oysa biliyor ki kelimelere ihanet edilemez. Sırt çevrilemez. Hikâyeler içinde birikirse insanın, harflere dökülmezse, tüm yaşamını zehirler. Yaşamı zehir eder. Ruhu boşalır insanın. İçi boşalır. Ve en nihayetinde, boşluk o kişiyi içine alır.’
Yazan kadınların yaşadığı birçok şeyi güzel anlatmışsınız. O bölünmüşlük, parçalanmışlık hissini de güzel aktarmışsınız. ‘Kaçınılmaz sona, en nihayetin en dibine teslim olmayı arzulayarak. Olabilecek en kötü şey bir an önce olmalı. En dibe çarparak ruhu yok olmalı. Ancak birden dehşete düşüyor. Düştükçe, düşündükçe. Boşluk dipsiz. Boşluğun sonu yok. Sonsuza dek düşecek, bu düşüş hiç bitmeyecek.’ Ritim duygusu aradaki tekrarlarla sağlanmış, bu iyi…
Boşluk çarpması
‘Boşluk hemen yanı başında beklerken, kadın onu görmezden gelmeyi öğreniyor. Derin nefes alarak, içerek, uyuyarak, kusarak, en çok da yazarak onu unutmaya çalışıyor. Boşluktan kaçmak için duvarlarını kendi elleriyle özenle örüyor. … Boşluk rüyalardan sızıp onu çağırıyor, şehvetle.’ Kitap üzerine kurulu belki, ama yine de ‘boşluk’ kelimesi çok sık tekrar edilmeyebilirmiş. Çünkü asıl mesele zaten o ‘boşluk’ duygusunu verebilmek. Bu kadar tekrara gerek var mıydı emin değilim!
Sorgulamalarınız hoşuma gitti. Çok kişiye hitap etmediği aşikar. Zaten öyle bir amacınızın olmadığı da görülüyor. ‘Aslolan yazmak!’ der(d)im hep. ‘Kadın gidemiyor. Kadın kalamıyor. Rüyalarına mahkûm. Hayallerine. Boşluğa. Zihninde hikâyeler fokurduyor, buharları kan kokuyor. En kötüsü de kadın yazamıyor.’ demişsiniz ya… En büyük rüyam yazmaktı benim. 95’te yayımlandı ilk öyküm. Sonra on yıl yazmadım. Susku dönemi. 2005’ten beri yazarak ‘var’ kılmaya çalışıyorum kendimi. Bir gün yüz yüze kahve içme imkânımız olursa herkes kendi -yazma- hikâyesini anlatır birbirine!
Kitapları kendimi uzak ya da yakın bulduğum kitaplar olarak ikiye ayırıyorum artık. Otopsi yakın bulduklarım arasında yerini aldı. Güzel bir kitap okudum sayenizde. ‘Yazmak işe yaramıştı. En azından bu kez. Boşluğu kelimelerle sağaltacağına inancı tamdı.’ Bıraktığı iz derindi. ‘Boşluğu kapatmak için yazmak, yazmak için de bedenine iyi bakmak zorunda.’ Bu vesileyle yazmak istedim. Dediğiniz gibi; ‘Dünya artık bir gölge oyununa benziyor. Aynalar gölgenin gölgesinin gölgesini yansıtıyor artık. Boşluk gözbebeklerinde.’
Selam ve kolaylık dileğiyle…”
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (15 Ocak 2019)