“O boşluk doldu sanırsınız
Oysa o boşluğu dolduran eksilmenizdir.”
Murathan Mungan
Kadının cinsiyete dayatılmış rolleri ve bu rollerin meydana getirdiği maskeleri arasında sıkışan bir derin ruh. Kültür içinde oluşturulmuş kalıpları yıkmaya çalışan, bu yıkımı gerçekleştiremedikçe varlığını ötelere savuran ve savurduğu iç dünyasını toplayamayan bir kadın… Kadının modern hayattaki duruşunu irdeleyen, buzdan bir zemin üzerinde sürekli ayakları kayan bir varoluş…
Özge Lena, Otopsi romanında toplumsal hayatta karşılaştığı engellere, kendi olmanın zorluğuyla direnen, tek tutkusu yazmak olan bir kadının iç hesaplaşmalarını konu ediniyor. Kadına biçilen kültürel roller ve kalıpları irdeleyen romanında derinden gelen çığlıklarla yazıyor cümlelerini. Bir anne ve eş olmanın yanında kariyer de yapan romanın kahramanı dayatılan bu rollerin dışında farklı kişisel özelliklere sahiptir. O, diyor:“bir toz bulutunun içinden yeryüzünü izleyen bir tanrı. Kelimeleri yan yana dizip evreni yeni baştan kurgulayan bir yaratıcı” Yazma tutkusu onu alıp taş bir evin soğuk duvarlarında yankılanan sesiyle geçmişini kesip biçen, ruhuna keskin bıçaklarla sessizce darbeler indiren bir zamana sürükler. Bu taş ev, bir rüya mıdır, bir hayal ya da gerçek mi? Bunun hiçbir önemi yok zira taş evin zemini buza dönüşmüş bir morga benzetilir. Kadın bu morgda ölen ruhuna otopsi yapmaktadır. Onu kim ve neden öldürdü? Cevabını biliyor kadın. Ama cevapların bir önemi yok; önemli olan bütün soruları ve cevapları parçalamak, lime lime etmek ve böylece sonsuza dek hafiflemek.
İçinde daimi büyüyen bir boşlukla yaşamıştır yıllarca. Doldurmaya çalıştıkça parçalanan, parçalandıkça kendinden kaçan bu varoluşun çığlıkları şimdi taş bir evin duvarlarına çarpmaktadır.
“Sonra kadın o boşluğa düşüyor. Düşmesi olanaksız biri gibi görünüyor. Her şeye sahip, bir aileye, bir işe, bir çocuğa. Yüreğe ve akla. Herkesin ulaşmak için çırpındığı şeyler elinin altında. Bir karnaval olması gereken yaşamı boşluğun dişleri arasında parçalanıyor. Çünkü o bunları istemiyor. İstediği zamanları dahi hatırlamıyor.”
Bir kuyuya dönüşür zamanla yaşamı. Hayatın keşmekeşi içerisinde sıkıldıkça kendine inşa ettiği kuyunun dibinde kendine yeni duvarlar ördüğü yaşamının istemsizliği ile nefes almaya çalışır. Küflü, irin dolu, parçalanmış ve kan kokusuna bulanmış bu kuyuya kendini zaman zaman hapseder. Çünkü kadın, ruhuna ihanet ettiğini düşünmektedir. Kendini bile bile kendisi için anlamsız bir hayata itmiş ve şimdi bu yanlışların içinde çırpınmaktadır. Kadın yalnızdır, “yalnızlığın kelimelerinden oluşan bir krallık kuruyor ve sonra orada kendini tanrıça ilan ediyor” Evet, kadın kıpırdayamıyor bu krallığın içinde. Yazabilse, içindeki irini kâğıtlara dökebilse, kendi duvarlarını parçalayabilse bu krallık dağılacak ve bu yalnız kadın kelimelerin gücüyle yeni bir krallık kurabilecek, bir yaratıcı olabilecek.
Toplumsal rollerin dayattığı rolleri üstlenemeyen bir kadındır kahramanımız.
“Gidemiyor, kalamıyor, ölemiyor ve yaşayamıyor.” O nefes almak istiyor ama nasıl? Maskeleri var kadının, bu maskelerden sıyrılıp kendi olmak istiyor. Verdiği savaş kendi olmanın savaşı. Ölmek istiyor ve intihara teşebbüs ediyor. Nefes alamadığı bu dünyadan sonsuza kadar kurtulmak istiyor. Hayallerinde bir taş ev var; duvarlarına çarpa çarpa, her bir köşesinde parçalanarak yazmaya çalıştığı elleri var. Kadın yazmak istiyor, yazarak ruhuna otopsi yapmak, ölen şeyler her ne ise onları bu soğuk zemine vurarak, bıçak darbeleriyle otopsiye yatırmak istiyor. Ruhuna otopsi yapacak, ölümüne sebep olan her ne varsa onları gün yüzüne çıkaracak, karanlıklar içinde kendini deşen iç sıkıntısını gömecektir böylece.
Duvarda bir tablo… Yaşlı bir kadın ona bakmakta. Tablonun varlığı onu rahatsız etmektedir ancak kahramanımız gözlerini bu tablodaki yaşlı kadından alamaz. Zaman zaman kendisiyle alay eden, bazen ona acıyan, acımasız gözlerini kahramanımıza diken bu gözler kendisinden başkası değildir. Kadın varlığını bir tablo gibi duvara asmaktadır. Kadın aynadır, ayna tablo… Otopsi bittikten, kahramanımız ölen yanlarını yavaş yavaş parçalayıp buzdan zemine bıraktıktan sonra ayna da parçalanır. Cam kırıkları gibi ruhu da dağılır bu taş evde. Zira kolay değildir kişinin kendisine ayna olabilmesi. Aynayı kendine tutan kadın deliliğin sınırlarında gezinmektedir. Bu aynayla yaşayamazdı artık çünkü ayna ona yeni hiçbir şey söylemiyordu, geçmişin aynasıydı o, parçalanmalı, dağılmalıydı. “ Var gücüyle aynaya bir tekme attı, benliği parçalanarak taş evin içinde dağıldı. Şimdi her yerde, sonsuzca bölünmüş bir biçimde, göz göz kendisi vardı.”
Bir boşluk duygusuyla yaşıyor kahramanımız. Ne işi, ne eşi ne de çocuğuna duyduğu hisler boşluk kadar büyük değil. Öyle bir an geliyor ki kendisini ait hissedemediği eşi ya da çocuğunun ölmesini diliyor, bunu itiraf ediyor. Asıl istediği şey, kendisine ait olmayan her şeyi koparıp atmak. Zira kadın, anne olmayı başaramadığını, iyi bir eş olamadığını düşünmektedir. Onu bu düşüncelere iten derinlerde gizlenen başka bir şey olmalı diye düşünüyoruz romanı okurken. Yanılmıyoruz, kahramanımız çocukluğuna inip bize bu büyük boşluğun başladığı noktayı gösteriyor. Sevgiden yoksun büyüdüğü anne ve babasının olduğu zamanlara konuk ediyor bizleri. İşte boşluğun başladığı yer: çocukluk yılları. “önünde garip, karanlık ve ürkütücü bir boşluk açılıyor…. Sonraları, yıllar yılı defalarca onu içine çekecek boşluğa öylece bakakalıyor. Boşluk çok büyük, boşluk çok derin. Ve o çok küçük, çok korkuyor”
Ne olacağımızı, nasıl davranacağımızı bize dayatan toplumsal roller birçoğumuzun mezarını kazmaktadır. Özgürlüğümüzü, hayallerimizi çalan, bizi maskelere mahkûm eden, bize istemediğimiz kimlikler kazandıran koşullar sonucunda koca bir boşluk açılmaktadır. Hep bir şeyler eksik, diyor kahramanımız, eksik olan, içimizde bir boşluk suretinde var oluyor. Özge Lena’nın Otopsi romanı açılan bu boşluğu bir tokat gibi yüzümüze vuruyor. Toplumun bireye dayattığı davranışların zamanla birer katile dönüşmesini izliyoruz. Kendi olamamanın verdiği acı ve ızdırapla düzelmesini beklediği yaşamı düzelmiyor. Aksine, boşluktan kaçtıkça yeni boşluklar oluşuyor.
“cehennem başkalarıdır” diyerek bu yazıya son verelim.
Nazê Nejla Yerlikaya – edebiyathaber.net (17 Ocak 2019)