Dünyaya gelenin kulağına fısıldanan ismi, varlığının mucizevi sayılan anlamına bir sesleniştir. Kalabalığın uğultusunda fark edilsin, hiçliğini ona sormadan harflere sığdıranların mutluluğu katmerlensin diye arka arkaya tekrarlanır. Yaşıyla, tecrübesiyle onu kolları arasına alan, sadece kısacık ânın kendisine bahşettiği saygıyı hatırlayacaktır. Bir insanın yeryüzündeki ilk izinin, sıfatının, kelimesinin sahibi olmasının coşkusuyla. O kadar. İsmiyle bilinecektir artık, ismiyle çağrılacak ve hatırlanacaktır önce başkalarının seslerini duyarak yaşamaya başladığı ima edilen.
Oysa hayatın sesi, insanın kulağına usulca tekrarlanan itibarından yüksektir. Varlığı yoklukla sınar, kalabalığı yalnızlıkla kaygılandırır. Öyle güçlüdür ki ve öyle buyurgan, her yerden duyulur. Tek başınasın, der aslında. Nasıl büyürsen büyü, ne yaşarsan yaşa; arayışlarına, şüphelerine, çabana cevap, yeryüzü boşluğuna bırakılan, bilmediğin ağızdan çıkan seslenişte. İsminde. İlk defa kimsesiz kalış değil midir zaten doğmak? İyilikle kötülüğün, hayatla ölümün birbirini sınadığı yerde var olmak başlı başına tarafı belirsiz bir gücenikliktir belki, bir kusurdur ya da. Hayatın gür sesiyle vurgulayarak, yineleyerek öğrettiklerinin karşısında mücadele edebilmeyi zorunlu kılan tek başınalık hali.
Hatice Meryem’in İletişim Yayınları tarafından basılan yeni kitabı Yetim, böylesi bir duygunun etrafında biçimlendiriyor hikâyesini. İsmini bilmediğimiz ama kendimizden sebep tanıdığımız bir kız çocuğunun kulağına hayatı fısıldıyor. Varlığına anlamı yakıştırmayı, yani ismini seslenmeyi okura bırakıyor. Doğduğu, büyüdüğü yeri tanısın, bilsin, yaşayacaklarına ve hatta ona yaşatılanlara karşı efsunlu bir güçle donansın diye anlatmaya başlıyor yatılı okulun soğuk duvarlarının arasına sıkışıp kalanları ve sonrasını.
“Bu gece birini öldüreceğim. Kim olduğu fark etmeyecek. Kulağımı çekeni, ayağıma çelme takanı, kıçımı açıkta bırakanı, yüzüme tüftüf atanı, bana sidikli, bana aptal, bana moron, bana ezik diyeni, benim küçük parmağım terastaki oyun alanında demirin arasına sıkışıp morardığında hemen koşup acil yardım çağırmak yerine yüzüme katır gibi güleni. Önüme ilk çıkanı.”
Böyle söze giriyor bu sihirli hikâye. John Berger’in “insan yetim oldu mu kendi ayakları üzerinde durmayı ve bunu yapmasını sağlayacak her türlü numarayı öğreniyor. Kendi işini kendi görüyor” deyişine neden anekdotunu, hayat ulaklığını anımsatarak, ortak hissiyatın izahını varlığını başlı başına suç olarak gören kız çocuğunun yetimliğinde buluyor*: Gizli bir yetimler ittifakının mevcudiyetini kitap boyunca anlattıklarının arasına yerleştiriyor. “Dünyanın pisliğini olduğu gibi” kabullenmenin karşısına “buna rağmen nasıl hayatta kaldığımıza dair” hakikati yerleştiriyor. Nasıl dayanabildiğimize dair hakikati. Cümle suçlara neden sevgisizliğin çoraklığında canı yananların kavrukluğunu, hissizliğini duyumsatıyor. Avcuna bıçağın sert ve keskin soğukluğunu saklayan kız çocuğunun sesini duyuramadığı dualarına, rüyalarının gösterdiklerini ekliyor. Bir vesile gibi. Uyulması gereken kurallara, zamanı saatle bölünmüş, belirlenmiş döngüye, terk edilmişliğe, yokluğa, yoksunluğa, dik yokuşlu evlerin çaresizliğine ve korkuya dev gölgesini yansıtan hayatın merhametsiz kalabalığına hesap soruyor.
Hayatın hoyrat âlemine değen tılsım olsun diye masalın içinden masal, rüyanın içinden rüya çıkarıyor Yetim. Eteğinin arkasını hep düzelterek oturmak zorunda hisseden kız çocuğunun, buruşukluğunu eliyle düzeltemediği düzene isyanına, kederli büyüyüşünü, dilsiz dudaksız, sessiz sedasız suskunluğunu ekliyor. Ailenin ortasındaki kuyuya, evlerin içindeki solgunluğa, gücün ve ihtişamın zenginlikle örtülen buyurganlığına, tahakkümün biçimsiz parçalarına siz de uzun uzun bakın diyor Hatice Meryem. İçindesiniz lakin ne olduğunun farkında mısınız, farkındaysanız ne yaptınız hayalinizdeki dünyanın başlığını koyabilmek, itirazı zulmün karşısında büyütebilmek adına diye soruyor. Hepimize. Yoksul evlerden kör sokaklara, hor görülen bedenlerden incitilen ruhlara, içine doğduğu dili öğretilen dil uğruna saklamak zorunda kalanların kırgınlığından, inandıklarının sorumluluğu altında ezilenlere, koca koca erkeklerin düzen bellediği haksızlıklardan, kara kara kalplerinin hükmüyle suçladıkları, aşağıladıkları, kinle ve nefretle öldürdükleri kadınlara, annelere ve dokunarak zarar verdikleri çocuklara, katillerden maktûllere, kötülüğün şatafatıyla büyülenenlerden, iyiliğin hayalini kuranlara bakıyor ve gördüklerini eğip bükmeden anlatıyor. İmgelerin ve simgelerin gizemli, sırlı, büyülü aynasından yansıtıyor her duyguyu, her ânı. Yetim’in sitemi, bu ülkenin soğuk ve karanlık koridorlarında bir küfür gibi naralanan tevekkülünde yankılanıyor.
“İşte bu ağır çekim düşüşte,
başta onca dualar etmeme rağmen sesimi duymayan Allah’a,
sonra ne için bırakıldığım bilmediğim bu okula,
her oyunda saçımı çekip kafama vurana,
gözüme kulağımı koparmaya yeminli görünen Müdire hanıma,
ilgisiz öğretmenlere,
acımasız müstahdemlere
alaya azara
tokada şamara
zorla yedirilen yemeğe
ve işte beni bu okula
ve işte beni bu kâbushâneye koyan,
ve işte beni her gece kendi yatağına işememeye yemin ettirip
her sabah yeminini bozan birinin kahrıyla uyandıran,
her gece her gece kendime yenik düşmeme sebep olan,
başta annemle babam olmak üzere
uzak yakın tüm akrabalarıma, aileme, cemaziyelevvelime
köyüme köylüme
fakirliğe zenginliğe
iyiliğe kötülüğe
vatanıma milletime
dünyaya insanlığa önce teessüfler
sonra lanetler eder,
bunu yaptığım için önce kendimden
sonra onlardan nefret eder,
beni böyle nefret dolu birine dönüştürdükleri için onlara çok kızar
ve bir gün onları tıpkı onların beni bir ıssızlığa terk ederek öldürdükleri gibi
öldüreceğime yeminler ederdim.”
Hafızasının biriktirdiklerini özgürce ve ket vurmadan, hünerli bir dışavurumla, haksızlıkların üzerini örtmeden, temkinli olmak zorunluluğu hissetmeden ve utanç duygusunun ağırlığı altında ezilmeden duyuruyor Yetim. Okurundan emek bekliyor. Anlatının içeriğini betimlemesi, biçiminin nedenini yorumlaması ve dilinin altındakileri anlaması için. Bu yüzden sınırları belirgin bir anlatı tekniğinin içinde hapsetmiyor okuru Hatice Meryem. Tanıdığımız ve bildiğimiz üslûbunda araladığı kapıda duruyor. Kitabın her bölümü romanın birleştirdiği parçalar şeklinde okunabileceği gibi, ayrı ayrı epizotlar olarak bağımsız anlatılara da dönüşüyor. Yetim’in anlattığı hayat, böylelikle çoğalıyor, kitabın sayfaları yine kitabın diğer sayfalarından doğuyor. Okurken mi gerçek yoksa yaşarken mi inandırıcı kararı okura bırakıyor. Altınbaşlıcüce’yle karşılaşmamızın, yaşlı ve bıyıklı babaannenin hayata dayanmak için emsal saydığı hikâyelerle tanışmamızın, komşu Turunç ve Cennet Hanımlar’a denk gelişimizin, Çiçek Abla’yla Devrim Abi’nin gençlik sabırsızlığını bilişimizin, şarap kırmızısıyla yükselttiği duvarlarının arkasında yoksunluğunu saklayan babaya aşinalığımızın, hayatın ağırlığını yokluğuyla arttıran anneye serzenişimizin, hepsinin sebebi var. Hikâyenin tamamını bir kız çocuğunun sesinden dinleyişimizle örtüşen. Bildiğimiz masallara pek benzemeyen bir masal Yetim. Kurallara itaat etmek istemediğinden hali harap olanların henüz görmediği rüyalarının rüyası öte yandan. Kolektif olanı bağlamından kopartmadan, okuyan diğerine aktarsın, dilden dile, ötekinden berikine ulaşsın diye büyülü yerler, insanlar, olaylar, mekânlar, nesneler ve canlılar aracılığıyla belirginleştiren Hatice Meryem, hayatı örseleyen faillerden sorulacak hesabı babaannesinin ölümünden kendisini sorumlu tutan kız çocuğunun yazdığı, hayalindeki dünyanın cümlesine yüklüyor: “Kimsenin kulağının çekilmediği, kimsenin onurunun zedelenmediği, kimsenin görünmez olmayı istemediği bir dünya.”
Bir gün, evvel zamanda henüz kaybolmadan iyiliğin kötülüğü alt edeceği, zenginle yoksulun eşitleneceği, hiçbir kadının ve çocuğun öldürülmeyeceği o dünyanın boşluğuna tekrar düşecek olursak, kulağımıza yeni bir isim yerine gizli ittifakımızın ilk cümlesinin fısıldanmayacağını kim söyleyebilir; çünkü “evrendeki yıldızların yarısından fazlası hiçbir takımyıldıza ait olmayan yetim yıldızlardır. Takımyıldızların hepsinden daha fazla ışık verirler.”**
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (25 Ocak 2019)
* Berger, John. (2016), “Hoşbeş”, Çev: Aslı Biçen&Beril Eyüboğlu&Oğuz Tecimen, syf. 26, İstanbul, Metis Yayınları.
** A.g.e, syf. 27