Beş altı yaşlarındaydı. Evimizdeki radyolardan birini tamamen söküp bütün parçalarıyla önüne koyardı babam. Bir süre sonra o parçalar yerli yerine konulur, radyo düzen alınca da çınıltılı sesi yankırdı evin içinde ve gülüşlerimiz dağılırdı birbirimize.
Bununla da yetinmezdi babam. İnşaatı yeni biten evimizin bütün ince işlerini kendi yaparken, onu da yanıbaşında adeta gözlemcisi kılardı. Bahçeli evimizdeki “alet-edevat kileri”dediğimiz yerin kullanımı ona aitti. Ayrıca bir köşedeki arılık, tavuk kümesi, havuz, bahçedeki ağaçlar, ekilip edilen sebzelerin bakımı, tüm onarım işleri ondan sorulurdu.
Şaşırtıcı bir el becerisi vardı.
Geçenlerde ünlü tel cambazı Philippe Petit’in yaşamını anlatan Teldeki Adam belgeselini izlerken, kardeşimin bu şenlikli/becerili çocukluğunu hatırladım.
Benden dört yaş küçüktü. İkimizin de resim öğretmeni olan Fuat İğdebeli, daha o yıllarda, onun el becerilerini kısa sürede keşfettiği gibi resme yatkınlığının da önünü açmıştı. Bir zaman sonra resim ana tutkularından biri olurken; saatlere merak salmış, öyle ki değme bir saat ustasına taş çıkartacak sabır ve işçilikte saatler onarmış, özgün saat tasarımları yapmıştı.
Üniversite öğrenimim için erken bir zamanda aile ortamımızdan kopsam da; onun bu uğraşılarını uzaktan izler, neler yapıp ettiğini de merak ederdim.
Babam ona “Dingala Usta” adını takmıştı. Aile arasında “Taci” diye çağrılsa da, benim gözümde hep “Bin bir hünerli Leonardo Usta”dır o. Her şeyden önce bir doğa ustasıdır… Matematik, fizik, geometri, resim, mekanik bilgi, tasarım yetisi, yapı kurma/yaratma cesareti…Ve daha birçok şeyin onda buluştuğunu görürüm. Zaman zaman üzülürüm de bir arada uzunca yaşamadığımıza. Ondan etkilenip, ondan öğreneceklerime uzak kaldığıma hayıflandığım da olur.
Yaptığı resimlerin birkaçı evimin duvarlarını süsler. Ondaki yitmeyen çalışma enerjisi, araştırıcı ruh ve merak bir gün çok farklı şeyleri ortaya çıkaracak duygusuna beni saldığı için; bu resimlerindeki düş dünyasını gözümün önünde tutmaktan usanmam.
Çoğu zaman uzak yerlerdeydik, ama onun yaratıcılığının gezindiği farklı alanlardaki ürünleriyle bir yerlerde karşılaşmak o uzaklığı yakın kılıyordu birden. Nitekim bu uğraşılarının verimleri zamanla hobinin de ötesine geçerek geniş bir kesimce kabul gördü.
Dayanamadı, yakın zamanda gidip yerleştiği Gönen’e, sonra da Fethiye’ye İstanbul’daki o küçük hobi atölyesini de taşıdı.
Bence, bir bilim insanının arayışı, merakları ve deneyimleme beceri ve zekâsına, bir sanatçı sezgisi ve sabrına sahip olduğu inkâr edilemez bir gerçek.
Sıkça, bir gün tüm bu yapıp ettikleri alt alta yazılıp kayda geçilse kim bilir ortaya nasıl şaşırtıcı bir birikim çıkar diye düşünürüm.
Dokunduğu her şeyi güle dönüştüren bir yaratıcılık… Gözünüze ilişen herhangi bir şeyi önerip isteseniz; tutup ondan daha özgününü, kendi stilini yansıtanı yapar getirip önünüze koyuverir.
Bu yanı başkalarına şaşırtıcı gelse de; artık aile içinde kanıksanan bir durumdur. Çünkü o alev topu gibi duramaz bir yerde. Sürekli üretmek, yeni şeyler tasarlamak, en zor denilen şeylerin üstesinden gelmek vardır ruhunda.
Yapıp ettikleri elden ele birçok kişiye/yere/mekâna/kente/ülkeye dağılmıştır.
Sergilediği maket gemileri/ tekneleri gidip göremedim ama görenler anlatmıştı, bilirim, iyi kötü hep takip ederim… Hatta Miniatürk’te de bunlardan birkaçına yer verilmiştir.
En son nelerle uğraştığını sormamıştım. Av merakı olduğu için kendisine çok güzel araç gereçler yaptığını bilirim. Bir de son zamanlarda müzik aletlerine merak saldığını, bu konuda araştırmalar yaptığını da duydum. Uzunca bir aradan sonra geçenlerde, Gönen’den çıkıp geldiğini haber alınca en küçük kardeşimizin ajansında buluştuk.
Daha salona adım atar atmaz, masanın üzerindeki iki ışıltı, birbirinden benzersiz güzellikte iki kanunu görünce oracıkta mıhlanmış kalmıştım. Müzik aletleri de çalan küçük kardeşimiz Taner, uzanıp bir tanesini dizlerine oturtmasıyla, tellere dokunan parmakları ile derin, eşsiz bir ezginin odayı doldurması bir olmuştu. Benim şaşkınlığıma gülen Tacettin; “Uzun zamandır sesim çıkmıyordu biliyorum meraktasınız, işte bunlar da son hünerlerim” diyerek, yeni bitirdiğini söylediği kanunları anlatmaya başlamış, çocukluktan beri süre gelen el becerisinin, yaratıcılığının geldiği son noktaya şahit kılmıştı bizi.
Taner’e dönüp:
“Vay be! Ne müthiş şeyler bunlar, kardeşim kanun ustasıymış da haberim yokmuş,” derken, bir ânda onun tüm becerilerini unutmuş, bu işte yol alması gerektiğini anlatmaya başlamıştım.
Üflemeyi seven, klarnet çalan ben; kanunun o parıltılı tellerinin dokunuşuna kendimi vermiş, sanki unutulmuş bir ezgiyi ortaya çıkaracakmışçasına parmak uçlarımı kıpırdatarak bu büyülü müzik aletinin keşfine çıkmıştım.
Onun niyeti, her kardeşe birer kanun yapıp armağan etmek. Ama öğrendim ki daha şimdiden birkaç kanun ustası haber almış, denemiş, bu alandaki başarısını alkışlamışlar bile.
Bana düşen, tez zamanda klarnetimi alıp onun Fethiye’deki atölyesine gitmek; bana yapacağı kanunu hemen tezgâha alabilmesi için, babamızın sevdiği, “Elâ gözlüm ben bu ilden gidersem,” türküsünü üfleyerek onun kanununa eşlik etmek…
edebiyathaber.net (29 Ocak 2019)