1 kasım perşembe. Dün gece tam bir kâbustu. Yarı uyanık, hayatım dere gibi hızla akıp geçti gözümün önünden. Bu denli uyanık olup uyur gibi durmak da neyin nesi.
Hepimiz uykusuz maskeli birer yüzle kalktık sabah. Benim aç olmam gerekiyor eşim ve kızım da yanımda olduklarını sadece birer bardak çay içerek hissettirdiler. Onları çok sevdiğimi düşündüm, gözlerim doldu. Belli etmemeye çalışarak parmaklarımla gözlerimi ovuşturdum. O anda yüzlerini görmüyordum, bana baktıklarına emindim. Çaylarını bitirince ayaklandık.
Biraz yorgun biraz durgun, PET (Pozitron Emisyon Tomografisi) için “Hayat Klinik”in yolunu tuttuk ailece. Ekşi haber yayılmış, arayan arayana. Yanıtlamaya çalışırken Ceren çektiğim sıkıntıyı görüp telefonuma el koydu. Daha kestirmeden yanıtlarla “her şey kontrol altında” mesajı vermeye çalışıyor. Şoförlük de yasak.
En erkene randevu verdiği için Sıhhiye’deki klinik seçilmiş. Arabayı çok katlı otoparkın arkasındaki ara sokağa park edip yürüdük.
Hiç kimse bana dikkat etmiyor, herkes bir yerlere gidiyor, herkes bir köşeden dönüp kayboluyor. Koca şehirde bir anda görünmez mi olmuştum? Sonuçta, şehrin kalabalığını taşıyan caddelerden birindeydik. Kalabalık tenha yollarına, kendi içlerine, orada verdikleri mücadelenin arenasına doğru mu gidiyordu?
Bu gün 1 kasım, bana on kasım, takan kim.
Klinik; ikinci sınıf, kirli, geniş, soluk bir salon, ona açılan dar bir koridor, sonunda film odası, salonun köşesinde saksıda geniş yapraklı iki naylon çiçek. Çalışanlar hep bir şeyin yasını tutuyorlarmış gibi.
Taşradan ellerinde pet şişeleri ve azıkları ile gelmiş hastaların durumu benden iyi. Hiç olmazsa onlar ne varsa hekimler çaresini bulur diye düşünüp rahatlıyorlar. Nereye gidildiğini bilmemekten mi yoksa “yazılan gelir başa” diye düşündüklerinden mi?
Bilirim ölüm hep sinsi gelir. Vücudumun bana ihanet ettiği, yarı yolda bıraktığı duygusu sürekli bir hal aldı. Sonra, “Niye ben?”
İstek kâğıdını verip sıramızı beklemeye başladık. Doğal olarak bekleyenlerin çoğu aynı duygu ve merakla gelmişlerdi. Hepimiz o çemberin içindeydik; bir dayanışma içinde olamasak da yalnız değildik. Ara ara sildim kafamdakini, rüyadır zahir deyip oyalanmaya çalıştım.
Derin bir nefes alsam mı?
Zaman gittikçe ağırlaşıyordu. Sonunda sıram geldi. İçeri geçtim. Damardan verilen ilacın ardından yirmi dakikalık yeni bir bekleyiş başladı. Kapısı kapalı tek kişilik bir hücre. Bendeki radyasyon başkalarına zarar vermeyecek. Ciğerimdeki kanserim ne olacak?
Hayatımın en uzun yirmi dakikasıydı. Ardından çekim başladı, o da on sekiz dakika sürdü. İnsan ne yaşıyorsa anlayıp da anlamlandıramadığı noktalarda yaşıyor.
Bu, tomografi daha öncekilerden farklı. Bitti, çıktım.
Üçümüz birden sorduk, “Sonuç ne zaman çıkar?”
Danışmadaki kız ifadesiz bir yüz ve tonlamayla, “Akşam altıda,” dedi.
“Ben doktorum daha önce alamaz mıyım?”
Sorumu başını kaldırmadan yanıtladı:
“Hayır, rapor ancak o saatte yazılır Ali Bey.”
Artık doktor, profesör, hoca lafları gitmiş yerine Ali Bey gelmişti. Gelir ya.
Ceren’in verdiği moralle eve döndük. Gelmeyin denmesine rağmen ev doldu. Kaygılı bakışlardan gelen her olumlu sözcüğe bu kadar mı ihtiyacı olur insanın. “Merak etme bir şey çıkmaz” diyenler en sevdiğim dostlarım şimdi, bunu yüzlerine karşı demesem de. Nasıl da yorulmuşum. Misafirler iki ara bir derede kanser sözcüğünü protesto etmişlerdi de sanki yerine çeşit çeşit sözcükler türetmişlerdi.
“Nasılsın, iyi misin?” diye sorup yanıtı beklemeden “bende de kasık fıtığı çıktı, bir arkadaşına yönlendirebilir misin?” diyen kuzenim hâlâ işe yaradığımı duyumsattı, gülümsedim.
Ağır da olsa zaman geçti.
Beşe doğru laboratuvarı aramaya başladık. Beş buçukta sonucu alabileceğimiz söylendi.
Akamayan zaman benim için sırat köprüsüydü. Olmak ya da olmamak, ölmek ya da ölmemek gibi.
Açıkçası, hiçbir yakınmam olmasa da, teknoloji, hayatın seyrini falcı misali size anlatıyor. Faldan farkı, burada söylenen veya söyleneceklerin somut olması.
Ne paran, ne mevkiin, ne dostların ne de kariyerin kaderini değiştirebiliyor. Bir bir aklımdan geçiyor kanser nedeni ile kaybettiğim dostlarım, yakınlarım.
Kadere mi inansam?
Daha sonra pek sık duydum, “sen güçlüsün, bunu da yenersin.” Hadi bakalım yen, nasıl yenersen!
Doktorluğum gitmiş, bir kara bulut gibi üstüme “hasta” kimliği giydirilmişti. Her şeye pür dikkat kesilmiş, tüm alıcılarını açmış, rüzgâr esintisinden, her bakıştan, her sözcükten anlamlar çıkarmaya başlamıştım.
Başım bedenime ağır geliyor, omuzlarım beni aşağı çekiyordu.
Sağ ön koltuktayım, kemerim bağlı. Arabayı kızım kullanıyor. Akşamüstü. Trafik yoğunlaşmaya başlamış. Dışarıda akıp giden bir yaşam, bir koşuşturma. Kim bilir kimin derdini… Konuşmuyoruz. Yan gözle kızıma bakıyorum, dikkatini yola vermiş ama yüzündeki kaygıyı görüyorum. Arka koltukta oturan eşimin yüzünü göremiyorum, dönüp bakamıyorum da. Ara ara dağdan tepeden konularla beni oyalamaya çalışıyor.
Kliniğe vardık. Benden önce kızım girdi içeri.
Sakin görünmeye çalışarak adımı söyledi. Hemen arka odaya geçen sekreter elinde büyücek bir zarfla döndü. Yüzü yok. Ne düşündüğü anlaşılmıyor. Kim bilir günde kaç kişinin eline kaderlerini veriyor. Alışmış.
Kızım dosyayı bana uzattı içinden raporu çekip dışarı çıktım. Arkamdalar.
Anlamaya çalışıyorum satırları hızla okurken, bir taraftan da renkli vücut taramasına bakıyorum. O an birisinin bana sarıldığını bile fark etmedim. Genel cerrah, sınıf arkadaşım. “Nasılsın?” diye sorduğunda, mırıldanarak, yarı şok halinde elimdeki “bomba”yı gösterdim. Bir baktı, kaşlarını çattı, nasıl oldu, ne zaman oldu sorularını ben yanıtlamadan hemen teselli etmek için sevimli bir ifade takındı. “Sen sigara da içmezsin” diye yanımda yer aldı. Hani maneviyat diyoruz ya onu sağlamaya çalışıyor.
Ağzım, dilim kurumuş, konuşmakta zorlanıyorum, rol kesecek halim hiç yok. Allahtan arkadaşım, saatine bakıp, “Benim acele gitmem gerek, yarın seni ararım ne yapacağımızı kararlaştırırız” deyip uzaklaştı. Torununu havuza götürecekmiş. Giderken de, “Takma kafana,” dedi. Nasıl takmayacağımı demedi. Ben tatlı yalnızlığım ve göğsümde taş gibi bir sıkıntı ile kaldım.
Tümörün sadece akciğerde kaldığını algılamam en kısa zaman biriminde oldu. Neyse o birim. Bir an. “En kısa hikâye parçasına an denir / Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler.”* Birdenbire bu sözleri hatırladım. Sonra, çok daha sonra sık sık tekrar ettim dizeleri. Kendimi o sırada dışarıdan görüyorum, yani nasıl heyecanlandığımı, yaşamımda son durağa henüz gelmediğimin bir belirtisini sezmenin coşkusunu, ama sesim çıkmıyor ki bizimkilerin sorularını yanıtlayım. Metastaz yoktu. “Oh”ların en derinini çektim.
Uzun bir mahpusluktan yeni çıkmışım gibi sırtım soğudu, garip bir sevinç kapladı içimi. Ciğer dolusu nefes almaya korkuyorum.
Dış kapıya dayandım. “Siz arabayı getirin ben burada bekliyorum”, deyip yalnız kaldım. İsteksiz gittiler.
Aracı kullanan Ceren Kale’ye doğru sardığında anladım onlar da bu haberi kutlamak istiyorlardı. Her zaman gittiğimiz Ankara’nın tepeden en güzel göründüğü kafeye oturduk. Önceki gelişlerimizden çok farklıydık bu kez. Yine kırmızı şarap söylendi. Hemen bundan sonraki aşamayı konuşmaya başladık. Bu kez hastaydım onlar hekim seçmeye başladı. Konuşmalarımız kopuk kopuk atlaya zıplaya devam ediyordu.
Ufukta batmaya başlamış kızıl güneşe daldı bakışlarım. Kızımla eşimin tuvalete gittiklerini hatırladım. Onların boş sandalyelerinden yeniden kaydırdım gözlerimi bulutlara. Kürem kürem duran bulutlar bir süre sonra dondurma gibi eriyip dağılmaya başladı. Gök yuttu onları. Aşağıdan küçük pamuk yumağı halinde gelenler bir süre asılı kaldılar sonra uzaklara yuvarlandılar. “Zaman Hızla Yaşlanıyor”** öyküsü geldi aklıma; nefelomansı, nefelos; bulut, mansi; geleceği görmek. Okuyabilir miydim geleceği bulutlarda?
Elimde kadeh, dirseğim masada, biliyorum da, bu ne? Şimdi bambaşka bir noktadaydım. Şaraptan bir yudum daha alıp kadehi masaya bıraktım.
Arka ayakları üzerinde bir tepede şaha durmuş yağız atın ön ayakları bulutlara batmış tutup yere indirecek. Sanki bana bakıyor. Uçuşan yeleleri göğün mavisini, menekşesini delecek, ele avuca gelmez, otta kazıkta durmaz, hayata bir tepki olmuş kara kapkara donu parlarken solmuş gün ışığında, tüm kurallara karşı hırçın, kızgın, asiliğinden kanatsız ağmış gökyüzüne.
Bir gıdım gocunmaz insan hani dese ki; bin sırtıma götüreyim ölüme.
Yağız at beni benden almış yerle gök arasında yerlere götürmüştü.
Ceren’in omzuma dokunmasıyla döndüm, kanserime. Kadehimi bir defada bitirdim.
Yeniden gökyüzüne baktım, yağız at yoktu. Aşağıda akşamın ışıkları yanmaya başlamıştı. Ceren omzumu sıvazlıyordu. Ayağa kalkıp ona sarıldım. Konuşmuyordu ama “seninleyiz, hep senin yanında olacağız” diyordu. El ele tutuşup masadan kalktık.
Aracımıza bindik. Hep aynı şeyleri soruyorlardı. Kızımın gözünde ilk kez kaygısı geçiştirilemeyen bakışları gördüm.
Hastalığım yanı sıra yapılacak işlerim bir türlü beni bırakmıyordu. Atamıyordum zihnimden. Söyleyemiyorum.
Bu şehirde göğün tavanının ne kadar aşağıda olduğunu düşünürken eve yaklaştığımızı fark ettim. Akşam herkese yalnız iniyor.
İnsin, dedim içimden.
İçime dediğimi anlamış gibi Ceren, direksiyondaki sağ elini bırakıp elime uzandı, avucuyla sımsıkı tuttu elimi. Gözlerimi kapattım. Karanlığı yaran yağız atın gözleriyle bana söylemeye çalıştığı şeyin ne olduğunu düşünmeye başladım.
Arka koltuktaki eşim öne doğru uzattı başını. “PET’’i bu akşam gösterebileceğimiz kim var acaba?” dedi, “başka bir hekimden sonucun ne olduğunu duymazsam bu gece de uyku yok bana.”
Ona ne yanıt vereceğim diye düşünürken, bu işi en iyi bilenin yanı başımızda olduğunu hatırladım. Komşumuz karı koca doktorlar. Bir gün önceki tanıyı onlarla paylaşmıştık.
Hemen telefon ettik, anlattık. Alaca karanlıkta yol bulmaya çalışıyorum. Bir ışığa, bir yol göstericiye gereksinimim var. Zaman geçmek bilmiyor, yüreğinizdeki sıkıntı dinmiyor.
Komşumuzun kapısını, elimizdeki bomba ile çaldık. Ben, kızım, eşim.
İçimde bir korku, bir merak. Ne de olsa Gülseren Hoca, Nükleer Tıp hocası ve onun yorumu kesin olacak.
Güler yüzle karşılanıp içeri buyur edildikten sonra oturur gibi yaptık. Ben hemen elimdeki tomografiyi hocaya uzattım;
– Hocam, “Falımızda ne çıkmış hele bir bak bakalım?”
Gülseren Hanım eline tetkiki, başka bir deyimle kaderimi aldı, bir göz attı, sonra salondaki masanın üzerine bıraktı;
-Ne ikram edeyim size, ne içersiniz?
Ne mi içeriz?
– Hocam, yeme-içme sonra, hele de bakalım, bizim PET nasıl görünüyor oradan, deyip, işi ben de yarenliğe vurdum. Vurdum amma hocanın ağzından çıkacak her sözcüğü de dört kulakla bekliyorum, tomurcuğum patlamış, çiçeğim açılmıştı,
“Önemli değil Ali Bey, bu tümör ameliyatsız kemoterapi ile de yok edilebilir.”
İki gündür duyduğum en güzel sözdü bu. “Bir büyük piyangoyu beklemektense küçük ikramiyelerle mutlu olmalı” diye düşündüm. Eşim, yadırgı bir gülümseyişle, “Hadi gözün aydın,” dedi, daha bir şey diyemedi.
Ne içtiğimizi soruyorsanız? Ne içtik? Ne o gün ne de bu gün biliyorum.
Komşuların yanından sanki ayağındaki diken çıkartılmış çocuklar gibi mutlu ayrıldık… Asma köprünün üstünde yola çıkmış gibiyim. Korkuyorum ama dönüş yok. Düşüncelerim, içimden geçen türlü duygular üst üste biniyor, birkaç saat önce gördüğüm kürem kürem bulutlara dönüşüyor, sonra hızla dağılıyordu. Düşüncelerimden hiçbiri tam anlamıyla zihnimin merkezine oturamıyordu. Yerle göğün arasında bir boşluktaydım. Bundan sonra o boşluktan yepyeni bir yola koyulacaktım.
Dudaklarımdan, “Yol bir sürek bin bir”, cümlesi döküldü.
Hiç bir kalıba sığmayan korkumu hafifleten bu sözleri günlerce tekrarladım: “Yol bir sürek bin bir.”
* : Mungan Murathan, Kibrit Çöpleri, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2011.
* * : Tabucchi Antonio, Zaman H*ızla Yaşlanıyor, çev. Nihal Önol, İstanbul, Can Yayınları, 2011.
Naki Selmanpakoğlu kimdir?
İlk, orta ve liseyi Ankara’da bitirdikten sonra A. Ü. Tıp Fakültesine girdi. GATA’dan 2000 yılında emekli oldu. Halen bir özel hastanede çalışıyor. Öykü ve deneme çalışmaları var.
edebiyathaber.net (5 Şubat 2019)