I
Geçmiş, üzerinden geçen zamanla birlikte daha yorumlanabilir bir hale gelir. Yaşananlar sonuçlarını vermiş, biz değişmişiz ve olayları daha soğukkanlı bir şekilde yorumlayabilecek bir zemin oluşmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında içinde bulunduğumuz anı yorumlamak ve anlamak en zor işlerden birisidir. Bu çaba, çoğunlukla başarısız bir girişim olmaktan öteye gidemez.
On yıl veya yirmi yıl sonra bugünlere baktığımızda kuşkusuz daha sağlıklı bir değerlendirme yapabileceğiz. Buna rağmen, tam olarak çözümleyemesek de toplumun içinde bulunduğu çürümeyi görmemek için epeyce çaba sarf etmemiz gerektiği de bir gerçek.
Ekşi Sözlük yazarı ”isolde” Müge Anlı’nın programından yola çıkarak kimi çözümlemeler yapar. Yazısının bir bölümünde program aracılığıyla seyrettiği kimi olayları anlatır:
“(…) bugüne dek neler görmedim ki: kimin kimin karısıyla/kocasıyla münasebeti olduğunu stüdyodaki üç yüksek eğitimli kişinin çözemediği köyler, eniştesiyle kaçan kızlar, geliniyle ilişki yaşayan kayınpederler, kayınbiraderiyle yaşadığı ilişkiyi öğrendi diye kayınpederini öldürüp baraja atan tülbentli basma etekli kadınlar, para karşılığı birlikte olduğu kadının oğlunu buna şahit oldu diye öldürüp tarlaya atan adam ve oğlunun cesedinin yerini bildiği halde stüdyoya gelip ağlayan, gözüne kalem çeken anne, anneannesine tecavüz edip cesedini ormana atan torun ve bu torunu hapse attırdılar diye kardeşlerine beddualar eden annesi, abisinin üst komşusunu ve 2 küçük çocuğunu uyuşturucu parası için öldüren tipler, en yakın arkadaşını içki masasında öldürüp hiçbir şey olmamış gibi cenazesine giden adamlar, karısını öldürüp apartman boşluğuna atan imam, çocuğunu çocuğu olmayan kardeşine satıp sonra 20 bin tl borç vermedi diye geri isteyenler, “portakaldan muska çıkarıyorum” diyene akraba evliliğinden dolayı sakat doğan çocuğunun ameliyat parasını sorgusuz sualsiz verenler, yıllar önce kaybolan çocuğu Müge Anlı’ya ailesini aramaya çıkınca gelip çocuğun ağzını burnunu hayvan pazarından davar alır gibi kontrol eden baba, Aydın’da yaşayıp oğullarına Ağrı’dan başlık parasıyla kız alma vaadiyle 50 bin lira dolandırılan aileler, işçi olarak gittiği ülkede hamile bıraktığı yabancı kadınları bir daha asla arayıp sormayan herifler, onların Türkiye’deki akrabalarını bulmaya gelen yarı Alman/Hollandalı/Fransız çocuklarının Kayseri’den gelen ve kemerine telefon kılıfı takılı abileriyle, hepsi türbanlı ablalarıyla kavuşma anları, daha neler neler. Şuraya yazdıklarım bu programda işlenenlerin 100’de 5’i değildir inanın…”
İsolde’nin yaptığı döküme, yakın zamanda gündeme gelen “Palu” ailesini veya programda yer almayan ama sosyal medya üzerinden öğrendiğimiz “çocuğuna çamaşır suyu enjekte eden anne” haberini ya da “sahte can yeleği” sektörüne dair kan donduran detayları ekleyebiliriz.
Bütün bunlar toplumumuzun artık irin dolmuş katmanlarının, üzeri örtülemediği için patlayan yarasından dışarı sızanlar.
Beni asıl endişelendiren ise, bütün bu gelişmeleri güvenli evlerinden izleyerek haline şükreden çoğunluğun durumu.
Çocuk istismarından tutun da kadın cinayetlerine kadar bir salgın hastalık gibi tüm hücrelerimizi saran çürümüşlük, hiç kuşku yok ki dışarıdan bakıldığında kendi yağında kavrulur gibi görünen sessiz çoğunluğun oluşturduğu ılık ve nemli yatakta kendine yer buluyor.
II
Mine Söğüt, gerek gazete yazılarıyla gerekse kurmaca yapıtlarıyla yukarıda değinmeye çalıştığım riyakâr toplumun ipliğini pazara çıkarmaya çalışan yazarlardan.
Söğüt, 2011’de yayımlanan Deli Kadın Hikâyeleri’nde erkek egemen toplumun içinde yalnızlığa itilmiş, yok sayılmış, delirtilmiş, öldürülmüş kadınları anlatmıştı.
Gergedan – Büyük Küfür Kitabı’nda da aynı sularda ilerliyor. Dört bölüme ayrılmış on beş öyküden oluşuyor kitap.
Bu öykülerde, kof bir yüceltme ile dokunulmaz kılınmaya çalışılan aile kavramı; ezilen, yok sayılan, satılan, öldürülen kadınlar; bireyi yok etmeye yarayan her türlü kurum ve inanç sistemi; tüm bencilliği ile kendini merkeze koyan insanlığın doğaya uyguladığı zulüm ve daha nicesi anlatılıyor.
Öykülerin her birini okuduğunuzda boğazınıza bir yumru oturuyor ve Söğüt’ün kurduğu tekinsiz, karanlık ve gerçeküstü gibi görünen atmosferin aslında içinde yaşadığımız dönemin ta kendisi olduğunu fark edince, sayfaları çevirmekte zorlanıyorsunuz.
Bahadır Baruter, Deli Kadın Hikâyeleri’nde resimleriyle kitaba çok şey katmıştı. Gergedan’da da kitabın atmosferini besleyen ve öykülerin etkisini pekiştiren resimleriyle büyük katkı sağlıyor.
Gergedan’daki çoğu öykü, donanımlı okura farklı metinleri ve yazarları hatırlatan bir matematiğe sahip. Kitaba da adını veren ve tüm öykülerde oluşturucu unsur olarak beliren gergedan figüründen, kimi yerde adı verilen filmlere kimi yerde metne gömülmüş, gizlenmiş dizelere veya kitaplara kadar çok farklı yere yapılan göndermeleri bulmaya çalışmak da bir o kadar eğlenceli.
Mine Söğüt, kitabın sonunda kendisine ilham veren yazarları, yönetmenleri ve şairleri de anmayı ihmal etmemiş.
III
Yazının girişinde, zor olan, yaşanılan günü anlamak ve yorumlamak, demiştim. Mine Söğüt gibi yazarlar bir yandan içinde bulunduğumuz dönemi bize anlatırken diğer yandan da gelecek kuşaklara, bugünün insanına dair ipuçları veriyor.
Mine Söğüt öykülerini, işlevsel bir çerçeve içine hapsederek onlara zarar vermek istemem. Gergedan – Büyük Küfür Kitabı’ndaki öyküler, derdi olan bir yazarın kaleminden çıkan, okuru dürten, onu zorlayan, konforlu yaşamındaki güvenli alanında tedirgin olmasını sağlayan, bununla birlikte her bir öyküde inanılmaz bir dil kıvraklığı içinde, alınan edebi lezzet çıtasının her zaman üst seviyelerde olduğu mutlaka okunması gereken eserler.
(Yazıda alıntı yaptığım Ekşi Sözlük girdisine şu linkten ulaşabilirsiniz: https://eksisozluk.com/entry/63625355 )
Onur Uludoğan – edebiyathaber.net (22 Şubat 2019)