Beyaz üzerine kırmızı ile yazılmış bir tabela. Hem de en basitinden. Fakat taşıdığı anlam o denli basit değil. Neden mi? Nedenini Çiğdem Sezer, harika bir anlatımla sunuyor okurlarına.
İçinde yaşadığımız çağı sevmediğim/ sevemediğim bir gerçek. Teknoloji ilerledikçe yaşamımızı hızlandırdı. Hızlandırdıkça da yalnızlaştırdı. Körelmiş birer yaşam sürdürüyoruz aslında. İlişkilerimiz donuk ve soğuk. Aynı evin içerisinde bile mesafeler var neredeyse. Yaşadığımız apartmanlarda da daire sayısı artıkça ilişkiler azalıyor. Oysa çocukluğumuz böyle değildi bizim. Çocukluğumuzda apartmanlar da yoktu ya, neyse… Yatay mimarilerde dikine yükselen ilişki çizgilerimiz vardı. Sonra ne olduysa mimari yapı dikine yükselmeye başladı. Ve ilişkiler yatay bir seyir aldı. Kalabalıklaştıkça yalnızlaştık bir bakıma. Ve daha da yalnızlaşıyoruz, yalnızlaşmaya devam ediyoruz.
“Kamyon Kafe” beni aldı çocukluğumun o güzel günlerine götürdü. Okudukça bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden artık çok geride kalmış o yaşam kesitim. Neyse ki henüz unutmadım o günleri. Kitaplar da destek çıkıyorlar o tatlı yılları anımsamama. Kitapta annesini yitirmiş, babası da uzaklara gitmiş bir çocuk var. Dedesi ve anneannesiyle yaşıyor. Onların değerleriyle büyüyor. Dedesinin her gün özenle baktığı, ekmek teknesi kamyonu neyse, anneannesi için dikiş makinesi de odur. Azla yetinen, birbirini ve hayatı seven bu aile için zenginliğin adı huzurdur. Ve bu huzur yalnızlıkla, sakinlikle yaşanmıyor. Komşularla, misafirlerle, mahallenin tamamıyla yaşanıyor, bölüşülüyor.
Kitap, bir roman olmasına rağmen her bir bölümü kendi başına öykü olarak da okunabilir. Çünkü her bir bölümde Derviş Dede, Mukadder Anneanne ve çocuk sabit kalsa da diğer karakterler değişiyor. Bütününe bakınca da bütün bir mahalleyi görüyoruz. Hani hep derler ya “anlatsam roman olur” diye. Çiğdem Sezer, bir mahallede olup biten olayları, eve girip çıkanları anlatmış, roman olmuş. Şöyle bir bakınca, küçük, sıradan bir evi görsek de arka planında özlediğimiz, yeniden yaşanmasını umut ettiğimiz günleri görüyoruz.
Ahmet Büke okurları bilirler. Onun “İnsan Kendine de İyi Gelir” ve “Gizli Sevenler Cemiyeti” adlı kitaplarında da benzer bir karakteri okumuştuk. Yanında da mahallenin diğer ahalisini. Arap Hatçam Teyze’yi kim anımsamıyor ki? Burada da Mecbure Teyzemiz var. Bunu böyle yazdım diye yanlış yerlere de çekilmesin. Kurgudan esinlenmeyi ima etmiyorum. O günlerin yaşamı böyleydi zaten. O günler bizdik aslında. Kitapta da değinmiş yazar “Hani o televizyonda bilmem kaçıncı tekrarı izlenirken iç geçirilen, bitince, ne güzel zamanlar, ne güzel insanlarmış diye mırıldanılan, Adile Naşit’li, Münir Özkul’lu filmlerde yaşayanlar, bizlerdik aslında. Bir farkla; gerçektik biz. Kurgulanmamıştık. Nasılsak öyleydik” diyerek.
Çiğdem Sezer’i ilk defa okuyanlar da fark etmişlerdir mutlaka fakat daha önceden diğer kitaplarını okuyanlar bilirler. Metinlerini şiirlerle, şarkılarla süsleyen bir yazardır kendisi. Ve kaleminin bu özelliğini bu kitapta da görüyoruz. Kamyon Kafe şiirlerle, şarkılarla sıradan bir yaşamı okutturarak umudumuzu tazeliyor. Bu kitap için küçüklere masallar büyüklere anılar da diyebiliriz.
O zaman, Kamyon Kafe’de bir çay içelim…
“Şans ve Şanssızlık”
“Kitaplar toplumumuzun, alışkanlıklarımızın, inançlarımızın, fikirlerimizin, görüşlerimizin birer aynası mı olmalı?” diye soruyor Brigitte Labbe, Mehmet Erkurt’la Notos’un Şubat-Mart sayısında. Kendi sorduğu bu soruya verdiği yanıtı da biliyoruz zaten. Bunun böyle olmaması için de çocuklar sorsun sorgulasın diye yazıyor bir yandan. Çocuk edebiyatı yayıncılığının en doğru işlerinden biri olan ve Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanmaya devam eden Çıtır Çıtır Felsefe Dizisi 31. kitaba ulaştı. Dizinin yeni kitabı “Şans ve Şanssızlık.” Günlük hayattan örnekler vererek çocukların da sıkça sorguladığı şans ve şanssızlık konularını tartışıyor. Okurken hem eğlenecek hem de öğrenecekler. Daha önceki otuz kitapta olduğu gibi.
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (25 Şubat 2019)