Gözünü açtığında yemyeşil çam dallarının arasından mavi gökyüzünü gördü. Hiç kıpırdamadan baktı bir süre. Uzaklardan öten çavuş kuşunun sesi geldi kulaklarına, sonra dalların arasından kalkan bir kuşun kanat sesleri, yaprakların hışırtısı ve en son bir bebeğin ağlama sesi.
Bu dünyaya ait değildi de sanki orman cinlerinin sırf eğlence olsun diye kaçırıp kuytuluklara bıraktığı bahtı kara masal kahramanlarından birisiydi. Yüzünde donup kalmış acısıyla sırt üstü toprağa uzanmış, bacaklarının arasında kanlı bir bebek, gözlerini gökyüzüne dikmiş öylece yatıyordu.
Öylesine kırgındı ki, pürlerin üzerinde hiç kıpırdamadan kıyamet gününe kadar kalır, Sur meleği suru üflediği vakit gelmiş geçmiş bütün ölüler mezarlarından doğrulup mahşere yürüdüklerinde, o hala derin uykusundan uyanmayabilirdi.
Yemenisinin altından görünen kumral saçları terden alnına yapışmıştı. Çiçekli entarisi rüzgarla birlikte hafif hafif oynuyor, sıyrılmış eteklerinin altından görünen beyaz kanlı bacaklarına dokunuyordu. Masmavi gözlerinin üzerindeki biçimli kaşları çatıldı birden. Çektiği acılardan bayıldığını belli belirsiz hatırladı. Kendisine gelmesiyle, sabah sancıları başladığında babası, annesi ve abisiyle birlikte buraya gelişleri geldi gözlerinin önüne. Traktörü abisi kullanıyor, babası abisinin yanına oturmuş, annesi de onunla birlikte römorka binmişti. Upuzun yatırmışlardı römorkun sert tahtalarına, ne bir yastık ne bir yatak… Üzerine eski bir battaniye atmışlar, dönerken onu da yanlarında götürmüşlerdi… Annesi kol mesafesinde bir yere oturmuş, gözleri abisiyle babasında arada kaçamak bakışlarla kendisine bakıyor bir taraftan da yemesinin ucuyla akan gözyaşlarını siliyordu belli etmeden. Kimsenin görmediğinden emin olduğunda uzanıp bacaklarını okşuyordu. Fısıldar gibi bir şeyler söylüyor ama sesi kendisine ulaşamıyordu. Köyün yolundan çıkmış dağ yollarına sapmış daha önce hiç gelmedikleri, hiçbir yeri tanıdık olmayan bu ormana kurda kuşa yem olması için bırakmışlardı.
Dönerlerken ne abisi, ne babası yüzüne bakmış ne de tek bir kelam etmişlerdi. Bir an evvel yüklerinden kurtulmak için acele ediyor gibiydiler. Yalnızca annesi kızarmış gözleriyle bakmış, gizlice getirdiği pazar çantasını yanına bırakıvermişti. Traktör gözden yitinceye kadar onları izlemiş, sesini duyamaz olduğunda, onlardan hiçbir iz kalmayınca işte bu ağacın altına çöküvermişti. Gencecik yüreği olup bitenlere dayanabilecek miydi? Babasının kıymetlisi, abisinin gözünden sakındığı, annesinin kınalı kuzusu … Değil miydi? Nasıl olup da kendisine kıydıklarını anlayamıyordu. Ne kabahati vardı ki… Zaten bunları düşünecek vakti olmamış sancıları sıklaşmış, kasıldıkça kasılmış sonrasında da bu ağacın altında uyanmıştı. Yapayalnız… Hiç durmadan ağlayan bir bebekle…Bu ıssız dağ başında…
Hayattaydı…
Dirseklerini dayadığı topraktan güç alarak doğruldu.
Ormanda yalnızca kurt kuş, börtü böcek, dalları göklere yükselen ulu ağaçlar yoktu. Arada kulaklarına değen sürünen hayvanların hışırtıları, düşen bir kozalağın yamaçtan yuvarlanırken çıkardığı pıtırtı, kuşların çığlıkları yoktu. Uzun ak saçlı kocakarıların kadim zamanlardan kalan ruhları da dolaşıyordu ormanın derinlerinde. Hatta ona kadar gelmişler nefesine nefes üflemiş, kulağına bilgeliklerinden fısıldamaya başlamışlardı.
Ağlayan kanlı bebeğe baktı… Arkasını dönüp gidebilirdi… Biliyordu ilk zamanlarda ne kadar öfke duyduğunu, ilendiğini, düşürmek için ne kadar çok çaba sarf ettiğini. Nefret etmişti ondan. Oysa o bütün olup bitenlere rağmen hayata öyle bir tutunmuştu ki, bütün gayretlerini boşa çıkarmış yerinden kıpırdamamıştı. Sonunda galip gelmişti. Onun da günahı yoktu ki… Esasında aynıydılar ikisi de… Talihsiz iki çocuktular… İşte bunu anladıktan sonradır ki ona olan nefreti yok olmuş hatta aralarında bağ oluşmuştu. İşte şimdi gelene, kendisinden doğana, ağlayan kanlı yüze bakıyordu doğrulduğu yerden.
Kulağındaki fısıltıları dinledi. Bebeğini kucağına aldı… Kollarına kavuşan bebek ağlamayı kesmiş, kokusuyla sakinleşmişti. Sakinleşen bebeği toprağa yatırdı, yeleğinden uğraşarak kopardığı bir parça iple bebeğin kordonunu bağladı sıkıca, bulduğu taşla vurarak kopardı kordonu. Bebeğin yanındaki bu kanlı et parçasını da yok etmesi gerekiyordu ki taze kan kokusunu alan vahşi hayvanlar kendilerini bulamasın. Biraz arandıktan sonra bulduğu sivri uçlu dal parçasıyla toprağı kazmaya başladı. Açtığı küçük çukura içinden düşen et parçasını gömerek hızla üzerini toprakla kapattı. Bunları yapmak yorgun bedenine fazla gelmişti. Toprağın üzerinde kendisini bekleyen minik insan yavrusunu kucağına alıp, sırtını ev sahibi ağacın gövdesine yaslayarak oturdu. Elbisesinin düğmelerini ağır hareketlerle birer birer açarken, sütle dolmuş memelerinden birini minik ağza tuttu. Bebek memeyi bulmakta zorlanıp huysuzlandıysa da memeye kavuşunca iştahla emmeye başladı. Küçücük bedeni elbisesinin etekleriyle örttü.
Aylardır yaşadığı cehennemden başka neydi ki… Bu dünyada ateşlere atmamışlar mıydı onu? O uğursuz gün tarlaya giderken O karşısına çıkmasaydı, gözleri kudurmuş gibi bedeninde dolaşmasaydı, vahşi bir hayvan gibi üzerine atlayıp çalılıkların arasına sürüklemeseydi kaderi böyle mi olurdu? Yalvarmalarına taşlar bile karşılık verirdi de O vermedi. Üstelik elinde büyümüş sayılırdı. Çığlıklarını kimseler duymadı… Oysa göklere yükselmişti, kimse duymadı… Hiç kimse… O gün bu gündür göklere açmaz elini… Bugün de açmadı…
Gözleri kapandı kendiliğinden… Her şeye rağmen bu dağ başında huzura benzer bir şey hissetti aylardır ilk defa… Aylardır ilk defa kulağına dolan fısıltılarla aile sıcaklığı gibi bir şey hissetti. Bütün olup bitenlere rağmen yalnızlığı geçer gibi, korkusu azalır gibi yüreğine cesaret dolar gibi oldu. Sırtı ulu ağaca dayalıyken, toprağa basıyorken ayağı, kucağında yeni bir hayatı emziriyorken uyuyuverdi… Güneş dalların arasından yüzüne düşerken, ağaçlar aralarında sessizce konuşurken, şifacılar torbalarına otlarını atarken, periler tepeden tepeye uçarken bu yaz gününde, ulu ağacın altında hayat dinleniyordu.
Uyandığında güneş tepelerin ardına düşmüş, kuşlar dalların arasındaki yuvalarına dönmüş, esen serin rüzgar akşamın yakınlığını haber vermeye başlamıştı. Üstelik karnı da acıkmış, susamış, yeniden çaresizliğin kollarına düşmek üzereyken aklına annesinin gizlice yanına bırakıverdiği pazar çantası geldi. Huysuzlanan bebeği sırtından çıkardığı yeleğine sarıp yere bıraktı. Çantayı açtı içinde bir somun ekmek, bir şişe su ve bir çakmakla siyah küçük bir torba daha vardı. Hemen somunu ve suyu çıkarıp somundan böldüğü parçaları suyla birlikte yedi.
Acele etmeli odun bulmalı, karanlık çökmeden ateş yakmalıydı. Yerinden kalkarak etrafta koşuşturmaya, bulduğu dal parçalarını hemen yakınlarındaki büyük kayanın dibine yığmaya başladı. Kısa sürede büyük bir yığın yapmış, maharetli elleri hiç yabancılık çekmemiş kocaman kütükleri kayanın dibine taşımıştı. Altına kozalak parçalarını üzerine kuru dalları yerleştirip, bulduğu çıra parçalarını da yerleştirdikten sonra eline aldığı bir çırayı çakmakla tutuşturup ateşini yaktı. Yazları yaylaya çıktıklarında kocaman ateşler yakarlar, ateşin koruyuculuğuna sığınırlardı.
Güneşin yitip gitmesiyle ilk yıldızlar belli belirsiz görünür oldu gökyüzünde… Açıktı hava, neyse ki yağmur yoktu, bol yıldızlı bir gece olacağa benziyordu. Ateşin ısısı etrafa yayılmaya başladığında bebeğini de alıp kayanın dibine yerleşti. Ne olursa olsun ateşi söndürmeyecekti, onların ateşi yükselecekti, bayram günlerinde olduğu gibi.
Bütün gece gözleri ateşe baktı. Alevlerin yansıması düşerken yüzüne, sanki sabaha kadar ateşin içinden geçti. Bol yıldızlı gökyüzünün altında gözlerinden geçerken ateşler bebeğini emzirdi yeniden ve yeniden… Ancak gün ağarmaya başladığında son odunları da atıp uykuya daldı.
Uyandığında güneş yükselmiş, bebeği kucağında memesini bırakmış, yaktığı ateş sönmüştü. Onlar hayattaydı… Yenilmemişlerdi…
Çantaya koyduğu ekmeği ve suyu çıkarıp karnını doyururken diğer siyah torba gözüne takıldı. Açtığında, içinden biraz para, nüfus cüzdanı, pazenden bir kundak ve minik mavi patikler çıktı. Patikleri eline aldı, okşarken elleri gözyaşları yanaklarına süzülüyordu.
Doğup büyüdüğü yerlerde kızların çeyiz sandığına mavi patikler koymak adettendi. İlk çocukları erkek olsun diye bu gelenek yıllar yılı sürüp giderdi. İşte o an bebeğinin cinsiyetine bakmak geldi aklına. Kızı olmuştu… Sevindi buna iyi ki de kızı olmuştu… Bu dağ başında yıldızların altındaki geceyi kızıyla paylaştığına öylesine memnundu ki sevinçle minik mavi patikleri giydirdi ayaklarına… Elinin tersiyle gözyaşlarını sildi… Kundağa sardığı bebeğini kucağına alıp sıkıca göğsüne bastırdı. Onun kızıydı o hiç kimsenin değil… Yalnızca onundu… Annesinin gizlice koyduğu pazar çantasını aldı eline, mavi patikli kızıyla uzun bir yolculuğa doğru yola çıktı…
Şaduman Kabacı kimdir?
ODTÜ İnşaat Mühendisliğinden 1991 yılında mezun oldu. Halen özel bir kuruluşta mesleğini yapmaya devam ediyor. Kum, Lacivert ve Öykü Teknesi dergilerinde bazı öyküleri yer buldu. Yaşamak ve yazmak macerasını yeni deneyimlerden öğrenerek sürdürüyor.
edebiyathaber.net (26 Şubat 2019)