Çoğu insan için yalan en kabul edilemeyen şey. Evet kötü, kimse istemez kandırılmayı, güvenin kötüye kullanılmasını. Ama işte hayatımızdan hiç çıkmayan kavramlardan biri. Üstelik kimse de “hiç yalan atmadım” diyemez. Öyle ya da böyle, kendilerince haklı gerekçeleri ile herkesin, yalanı demiyorum bakın, yalanları vardır. Üstelik öyle yalanlar vardır ki; yaşamdan daha gerçek, yaşamdan daha katlanılır, varlığına minnettar kalınacak kadar elzem…
Attilâ Şenkon o yalanlardan bir roman yaratmış: Yalan Satıcısı. İçine kabullenilmesi katlanılması zor, insanı insan olmaktan utandıran, vicdanı paramparça eden gerçekleri harmanlayarak. Bu yalanların amacı unutturmamak. Gerçek dediğimiz şey öyle değil böyle yaşanır demek için… Yüzleşmek için… Yüzleştirmek için… Belki en çok da içini dökmek için yaratılmış yalanlar…
Bir Ankara romanı Yalan Satıcısı. Son kırk elli yılını Ankara’da geçirenler için, hele de bu yıllar öğrencilik dönemini de kapsıyorsa, Yalan Satıcısı size çok şey hatırlatacak. Birçok insan için denizden yoksun kasvetli bir memur şehri olan Ankara, çocukluktan başlayarak yaşamının büyük bölümünü bu şehirde geçirenler için çok özel unutulmayacak zamanlar biriktirmiştir. Acılar ve hüzün de dahildir bu zamanlara. O yüzden daha özeldir. Ankara’yı bir beton, asfalt, alt ve üst geçit kentine dönüştüren siyaset, birçoğumuzun gençlik ve yetişkinlik dönemlerinin üzerinden de buldozerle geçmiş olsa da, içimizdeki güzel şeyleri öldürmeyi başaramadı. Bir akşam işten dönerken ODTÜ’nün girişinden başlayarak sökülen ağaçların bıraktığı boşluğu, iş makinelerinin yol için yerle bir ettiği araziyi gördüğümde yüreğime saplanan bıçağın hissini hiç unutmayacak olsam da neredeyse yarım asırlık anılar o yaralarla da yaşamı sürdürebilme gücü veriyor insana. Yalan Satıcısı’nda o yaralar ve anılar buluşurken, o yılları Ankara’da geçirmiş insanlarla yaralarımızın ve anılarımızın nasıl da birbirine benzediğini fark ediyoruz.
Ana kahramanımız Işık, Attilâ Şenkon’a çok benzediğini kitap boyunca fark edeceğimiz bir yazar. Romanın başında gelir, Ankara’lı herkesin en az bir kere kapısından girdiği, bazılarının müdavim olduğu Kıtır’da sakince yazabileceğini düşündüğü masalardan birine oturur. Elbette arzuladığı dinginliği bulması mümkün değildir, zaten Işık da bunu pek önemsemez, çünkü romana sonradan katılacak herkes sonraki sayfalarda karşılaşacağımız kurgunun anlatıcı ve destekçileri olarak Kıtır’ın müşterilerinden seçilecektir.
Masanın ilk konukları Zinar ve Pepuk. Aslında Attilâ Şenkon’un Cumartesi Anneleri’ne bir ağıt olarak kaleme aldığı kitabı Telef’te olmaları gerekirken, kayıp yakınlarına saygı ve hassasiyeti nedeni ile Telef’ten son anda çıkarılan kahramanlardır. Şenkon onlara borçlu hissetmiş olmalı kendini, borcunu hafifletmek adına Yalan Satıcısı’nda kurgunun yanı başında duruyorlar hep. Telef’in kahramanlarından biri olan Sağkız ise romanın ana karakterlerinden biri olarak masadaki yerini alıyor.
Kıtır’a gelen Hayri ve Arif Bey’in de masaya oturması ile hikâyeler ardı ardına akmaya başlıyor. Orhan Veli’nin masasından daha ağır şeyler taşıyacaktır bu masa. Cumartesi Anneleri’ne verilen büyük bir selamdan sonra, Gezi hikâyeleri birbirine ekleniyor. 31 Mayıs 2013’te Ankara’da hele de Kuğulu Park’ta olanlar ertesi gün sabaha kadar yaşananları unutabilir mi? Cumhuriyet Mitingleri, Ergenekon, Tekel işçilerinin direnişi derken masa doldukça doluyor. Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Berkin Elvan isimleri başka isimlere eklendiği zamanlarda ağır bir sessizlik hüküm sürüyor masada. Kelimeleri kifayetsiz bırakan isimler… Gezi parkında gazdan etkilenen sokak köpeklerinin acı çığlıkları duyuluyor bazen. Bazen de dayanışma ve direnişin gülümseten sahneleri geçiyor gözümüzün önünden.
Attilâ Şenkon yaşananları anlatırken duygusallığın, acının ve kederin dozunu öyle hassas bir terazide ölçüyor ki, okuru ne dibe doğru çekiyor ne gül bahçesi vadediyor. Tüm acılara, tüm zalimlere, tüm adaletsizliklere rağmen yaşam mucizelerle dolu, diyor hikâyeleri. Unutmamak ve unutturmamak adına kalanların direnmesi gerek çünkü. İnadına, yaşamın tam da içinde olmak gerek. İnadına umut gerek.
Bu doğrultuda masadaki hikayelere Peter Pan’ın yazar Işık’a, yani bir anlamda Attilâ Şenkon’a özel hikâyesi de ekleniyor. Neden Yalan Satıcısı olduğunu da anlatıyor Işık. Aziz Nesin, Sait Faik, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Sevgi Soysal da uğruyor masaya. Shakespeare de… Şenkon sıkı bir Nilüfer hayranı olduğunun izlerini de serpiyor romana, Nilüfer’in şarkıları eşlik ediyor hikâyelere. Aşk hiç eksik olur mu, birbirine ekleniyor aşk hikâyeleri de. Bazen boğazımız düğümlenirken, bazen gülümsüyoruz bu masada. Kahkaha attığımız bile oluyor. Ama dozu kaçırmıyoruz. Saygıdan ufacık bile sapmıyoruz başka yöne. Çünkü en çok unutulan şeyi, saygıyı da unutturmamak adına yazılmış bir roman Yalan Satıcısı.
Vicdan sözcüğünün bile içinin boşaltıldığı günleri yaşıyoruz, evet. Ama siz hangisine inanmak istersiniz; aşka mı nefrete mi? Adaletsizliğe mi adalete mi? Zalimin kurduğu düzene mi, aklın ve vicdanın sesine mi? Gerçekleri görmezden gelmeden, yaşanan her şeyden bir ders çıkarmayı bilerek, ama bükülmeden, eğilmeden, yıkılmadan, yılmadan bir yaşam mümkün değil mi? Gülmek direnişin en güzeli değil mi? Yıllardır çok yoruldu bu ülke, çok yorulduk, daha da yorulacağız. Yine de insana inanmak istiyoruz, zalimliğin insana yakışmadığına inanmak istiyoruz.
Kitabı bitirirken, Kıtır’da o masada ben de varmışım da kitap bittiğinde bir rüyadan uyanmışım hissine kapılıyorum. Gezi’nin sürdüğü günlerde Ankara’da başka bir mekânda aynı kitaptaki karakterlere benzeyen birçok arkadaşımla bir masada benzer şeyleri paylaştığımızı hatırlıyorum. Bence birçok okur ortak hikâyesini bulacak bu kitapta. Yalan Satıcısı, bir anlamda okuruna elini uzatıyor, karşılıklı “yalnız değilsin” diyelim, diyor.
Kitap bitti. Kayahan’ı saygı ile anarken, Nilüfer’in sesi geliyor hala uzaklardan…
“Geceler, katran karası geceler
Ellerim tütün kokar gecelerde
Geceler, olmaz olası geceler
Açılır yelkenleri yalnızlığın
Vurur dalga sesleri yüreğimde”
Şule Tüzül – edebiyathaber.net (5 Mart 2019)