Kapının önünde dikilmiş, gelenlerin elini sıkan bazılarıyla da öpüşen adama, “Başınız sağ olsun,” dedim. “Dostlar sağ olsun,” derken elimi iki eliyle samimi bir şekilde sıktı. Asırlık ağaçlar ve rengârenk çiçeklerle küçük bir ormanı andıran bahçeyi geçtikten sonra içeri girdim. Evin alt kattaki büyük salonunda adım atacak yer yoktu. Erkekler tespih tanesi gibi yan yana dizilmişler; kadınlar yukarıdaki büyük oturma odasında toplanmışlardı. Duvarın dibindeki boş sandalyelerden birine oturmadan önce ortaya “Başınız sağ olsun, Allah rahmet eylesin,” dedim. Yaşlılar art arda, “Dostlar sağ olsun, cümlenin ölmüşlerine rahmet,” dediler.
Zeki Amca mahallenin sevgilisiydi. Hoş sohbet, anlattığı dinlenir dünya tatlısı bir ihtiyardı. Seksen ikinci yaş gününden bir hafta sonra rahmetlik oldu. Sabahları temizliğe gelen Sultan Hanım, kahvaltısını hazırlayıp yukarı çıkınca gördükleri karşısında şok olmuş; elindeki tepsiyi “Komşular!” diye bağırarak havaya fırlatmış; aynı sokakta oturan hemen herkese “Koşun, koşun Zeki Bey öldü, mahallenin gülü öldü,” diye iki gözü iki çeşme ağlayarak haber vermişti. Görenlerin anlattığına göre oturduğu Berjer koltukta gözleri yarı açık, iki eli yanında, tüm bedeni kaskatı kesilmiş vaziyette uyur gibiymiş.
Her yer dolu olduğu için gençlerin birçoğu diz üstü halıya oturmuştu. Kısa boylu, göbekli, uzun kırçıl sakallı, küçücük çipil gözleriyle kısık kısık bakan, dizlerini tuta tuta yürüyen hoca ve iki yardımcısı, peş peşe salona girdi. “Selamünaleyküm, cümleten başınız sağ olsun,” dediler. Hep bir ağızdan, “Aleykümselam, dostlar sağ olsun,” diye cevapladı, taziyeye gelmiş olanlar. Hoca başköşeye geçmeden önce, salondaki hemen herkesi gözden geçirdi. Yardımcı hocalar yanlarında getirdikleri çantadan ses tesisatını çıkarıp çabucak kurdular. Sehpanın üzerindeki mikrofondan çıkan kablolar ve ucundaki hoparlörler, üst kata, kadınların oturduğu büyük odaya kadar uzatıldı. Hoca önce birkaç kez öksürdü, sehpanın üzerindeki bardaktan iki yudum su içti; “Eûzi Billahi…” diye başladı. Gözlerini kapatmış, başını sallayarak yüksek sesle okuyordu. Ufak tefek, fıçıya benzeyen adamdan, o davudi ses nasıl çıkıyor, diye hayret ediyordum. Bir ayetten diğerine geçerken susup gözünü yarım açıyor. Yardımcılar makamıyla ilahiler okumaya başlıyor; herkes huşu içinde –çoğunlukla- yere bakarak çıt çıkarmadan dinliyordu. Yaklaşık bir saat sürdü ayet ve ilahilerin okunması. Dua faslı da bittikten sonra hoca, “Biraz önce Peygamber Efendimizin kollarına teslim ettiğimiz, mahallemizin medar-ı iftiharı, Kore gazisi Zeki Yıldırım’ın aziz ruhuna El Fatiha,” dedi gür sesiyle. Herkes dua etti.
Tabaklarda pide ve helva dağıtıldı. Yiyecekler bittikten sonra insanlar kendi aralarında sohbete başladı. Hocanın etrafında kalabalık bir grup oluşmuştu. Ben de onlara doğru yanaştım. “Rahmetlik benim iyi arkadaşımdı,” diye başladı hoca. “Pek camiyle, cumayla işi yoksa da tertemiz namuslu bir adamdı; oturur uzun sohbetler yapardık,” dedi. “Ölümden zerrece korkusu yoktu; ele ayağa düşmekten korkardı. Allah’ın sevgili kuluymuş korktuğu başına gelmedi. Çekmeden, kimseye çektirmeden tertemiz geçti gitti. Hadi merhumun ruhuna bir Fatiha daha okuyalım,” dedi. Eller havaya kalktı.
“Çoğunuz rahmetli Zeki Albayın geçmişini bilmezsiniz,” diye devam etti. Vaaz dinler gibi etrafında halka olmuş kalabalığın üzerinde gözlerini gezdirdi. Suyundan bir yudum aldı. Ayet ya da aşır okurken yaptığı gibi, birkaç kez öksürerek genzini temizledi; kaldığı yerden anlatmaya başladı. “Ekim 1950 de Kore’ye giden Türk Tugayında Yüzbaşı rütbesiyle tank birliğinde bölük komutanı olarak görev yapmış. Kunuri Muharebelerinde büyük kahramanlıklar gösterdiği için, Zeki Yüzbaşıyı ‘Gazilik Beratı’ ile ödüllendirmişler. Milli bayramlarda külot pantolonunu ve bele oturan metal düğmeli, açık haki renkli ceketini giyer; altına siyah, pırıl pırıl boyalı körüklü çizmesini çeker, gazilik madalyasını göğsüne takar, şişine şişine gezerdi,” diye sürdürdü konuşmasını. O kadar güzel anlatıyordu ki, soluksuz dinliyorduk. Arada yeni gelenler olunca kısa bir müddet sohbeti kesiyor, insanların üzerinde bıraktığı etkiyi ölçer gibi, herkesi tek tek radar gibi tarıyor, sonra kaldığı yerden devam ediyordu.
Taziye için gelenlerin büyük bir bölümü gitmiş; salon oldukça rahatlamıştı. Mahalleye altı ay önce taşınmıştım. İnsanların öve öve bitiremediği Zeki Amcayla, çok istememe rağmen oturup sohbet edecek bir ortamımız olmamıştı. Sokakta ya da caddede karşılaştığımızda birkaç kez selamlaşmıştık.
“Rahmetlik hiç evlenmemiş diyorlar, niye ki?” diye sordum.“İyi dinleyin öyleyse anlatacaklarımı,” dedi hoca. Çok önemli bir iş yapıyormuş gibi sırtını dikleştirdi. Sessizce herkesi bir kez daha gözden geçirdi. “Kore’den döndükten sonra, Ağrı’da görev yaparken tesadüfen yüzünü gördüğü çarşaflı bir Kürt kızına abayı yakmış. Yörenin önde gelenlerini gönderip, kızı istetmiş. Namaz kılmıyor, içki içiyor diye vermemişler. Kıza haber göndermiş, “Hazırlan, gelip seni kaçıracağım,” diye. “Babamın dediğinden çıkamam,” demiş Kürt kızı. Çok canı sıkılmış. Şunu atımın terkisine atıp savuşsam mı diye düşünmüş. Mesleği ve mevkisi gelmiş aklına. “Zorla güzellik olmaz,” deyip, kaderine kahretmiş. Ne var ki sarı saçlı mavi gözlü, Kürt kızını hiç mi hiç unutamamış. Başta annesi olmak üzere, çevresindekiler kimi önermişlerse dönüp bakmamış bile. Yaşı kemale erdikten sonra da kimseyi beğenmez olmuş. Bazen şakalaşırdık: ‘Kız oğlan kız geldim, kız oğlan kız gidiyorum,’ derdi. ‘Albayım, hocayı saf belleme, bizim dinimizde günah çıkartmak yoksa da, bir haltlar karıştırdıysan, anlat dinlerim; biz arkadaşız,’ derdim. Güleceğim diye yerlere yatar, ‘Hoca sen az değilsin, sana sır verilir mi?’ der, kahkahayı basardı.”
Dinleyiciler yeni katılanlarla gittikçe artmaktaydı. Hoca, “Çocuklar hele bir çay daha verin, boğazım yumuşasın,” diye seslendi. Sonra devam etti. “Müteahhitler çok yalvardı, bizde çok yalvardık; öldü de bu köşk yavrusu evin yıkılıp, koca arazinin üstüne çok katlı bina yapılmasına izin vermedi. Ben öldükten sonra mirasçılarım ne yaparsa yapsın; nefes aldığım müddetçe dededen kalma evimin çivisini söktürmem, derdi; dediğini de yaptı. ‘Ulan oğlum inadı bırak, ahir ömründe ayaklarını uzat rahat et,’ diye çok söyledik ama dinleyen kim?”
Çayından ağzını şapırdatarak art arda iki yudum aldıktan sonra, “Üst kattaki oturma odasının büyük duvarında bulunan antika sarkaçlı saati görmüş olanınız var mı?” diye sordu. Çoğunluk, “Gördük hoca, gördük,” diye cevap verdi. Rahmetliyle ilgili hiçbir şey bilmediğimi bir kez daha fark ettim. Merakım da bir o kadar arttı.“Peki, o saatin hikâyesini bileniniz var mı?” diye yeni bir soru attı ortaya. Birkaç kişi, “Biliyoruz ama bilmeyen çoktur; sen yine de anlat hoca,” diye ısrar ettiler. Sohbet tatlıydı; salonda iğne atsan yere düşmez bir kalabalık oluşmuştu. Taziye için gelenlerin neredeyse tamamı, oturduğu yerden kalkmıyor, can kulağıyla hocayı dinliyorlardı. Dışarıdan incecik bir kadın sesi, “Hocam, saatin hikâyesini biz de dinlemek istiyoruz; rica etsek mikrofonun sesini yeniden açar mısınız?” dedi. Hoca yerinde şöyle bir geriye doğru hareketlendi, “O zaman bana okkalı bir kahve yapın bakayım, boşu boşuna anlatma olmaz,” diye cevap verdi. Salonun insandan kapanmış kapısında bir hareketlilik oldu. Çok geçmeden, bakır tepsinin üstünde dumanı tüten kahve, yanında su dolu bardak, hocanın önündeki sehpaya servis edildi. Kahvesinden höpürdeterek bir yudum alırken gözü yine kalabalığın üstündeydi. Yaşadığı anın keyfini çıkartıyor. Merakla bekleşen insanların sabırlarını çatlatırcasına, ağırdan alıyordu. Kahvesini yudum yudumiçerek bitirdi. Bardaktaki suyun yarısını içti. Yalancı öksürüklerle yeniden genzini temizledi. Sanki hâlâ kuran okunuyormuş gibi çıt çıkmıyordu. “Biliyorsunuz, Albay Zeki yıllarca bu koca evde yaşadı. Sıcak bir yaz gecesi –şimdi hanımların oturduğu- üst kattaki oturma odasında radyo dinlerken kapının çalındığını duymuş. Merdivenlerden aşağı inmiş; bahçeyi geçmiş; cümle kapısını açmış. Allah, Allah, kırılır gibi çalınan kapının önü bomboş. Her yer karanlık, sokakta kimse yok. Yanıldım, herhalde, diye düşünmüş. Gerisin geri dönmüş; tekrar yukarıya çıkmış. Büyük salon radyosunda heyecanla radyo tiyatrosunu dinliyormuş. Çok geçmeden kapı tokmağının madeni sesini yeniden duymuş. Bir kez daha merdivenlerden aşağı inmiş, bahçeyi geçip kapıyı açmış. Yine kimse yok! Sokağın ortasına doğru ilerleyip, sağa sola iyice bakmış, hiç kimse görünmüyor. Çocuklar çalıp kaçtı desem, vakit çok geç, herkes evinde diye düşünmüş. Ya sabır çekip, bildiği duaları okuyup, sağa sola üflemiş. Kapıyı dikkatlice kapatıp, büyük odaya dönmüş. Kapı üçüncü kez çalınınca önce önemsememiş. “Açmazsam çalan kimse çeker gider,” diye, düşünmüş. Ahşap kapının üstündeki koca tokmak hiç durmadan çalmaya devam ediyormuş. Çaresiz yeniden yola koyulmuş. Ayakkabılarını giymiş; cümle kapısına doğru biraz da ürpererek yürümüş. Kapıyı ardına kadar açmış yine kimseler yok. Yüksek sesle “Kimse var mı?” diye bağırmış. Gecenin sessizliğinde kendi sesinden başka ses yokmuş. Hafiften esen ılık rüzgâr, yaprakların arasında ıslık gibi dolanıyormuş. Dayanamamış, “Allah’ın kulu kimse buyursun,”demiş! Karanlığın içinden kendisine doğru yürüyen ayak sesleri duymuş. Görünmeyen birisi sanki yanından geçip, bahçeye girmiş. “Neler oluyor? Allah’ım sen aklıma sahip ol,” diye geçirmiş içinden. Bir yandan da, ‘korkmasakin ol,’ diye kendine telkinde bulunuyormuş. Çaresiz kapıyı kapatmış, “Buyurun,” demiş. Bahçeyi geçip evin kapısına gelmişler; açmış, içeriye birlikte girmişler. Yanında, göremediği ve konuşmayan bir varlık yürüyormuş. Albay, ahşap merdivenlerin başında ayakkabılarını çıkartmış. Görünmeyen konuğunun beklediğini hissetmiş. Merdivenlerden yukarıya çıkmışlar. Yanında iki ayağın daha hareket ettiğinin farkındaymış. Oturma odasındaki geniş kanepeyi göstererek, ‘Buyur otur Tanrı misafiri,’ demiş. Kanepeye doğru yürüyen konuğun oturduğuna emin olunca, Zeki Albay da saygılı bir biçimde, karşısındaki koltuğa oturmuş.
“Bu olayı Albayın ağzından farklı meclislerde belki elli kere dinledim; ellisinde de noktası virgülüne kadar aynı şekilde anlattı,” diye bir açıklama yaptıktan sonra devam etti hoca: “Hoş geldin Allah kulu, sefa geldin,” demiş Albay. “Esselamunaleyküm” diye yanıtlamış konuk. Cesaretiyle ün salmış Zeki Bey, görünmeyen konuğun konuştuğunu duyunca irkilmiş; neredeyse kalbi duracakmış. Canlı kanlı bir Tanrı misafiri olsaydı da, çay ikram etseydim; Sultan’ın yaptığı göbeği fındıklı un kurabiyelerinden ikram etseydim, diye düşünmüş. Birden içeride tel dolabın açıldığını, küpten çaydanlığa su konduğunu, gaz ocağının yandığını duymuş. Bir koşu mutfağa fırlamış. Işığın yanmış olduğunu, gürültülü bir biçimde çalışan gaz ocağının üstünde çaydanlık ve demliğin fokur fokur kaynadığını görmüş. Az daha aklı başından gidiyormuş. Oturma odasından tanıdık bir ses, ‘Komutanım rahatsız olma; gel otur, çayımız ve kurabiyelerimiz birazdan hazır olacak,’ demiş. ‘Sırtımdan aşağı soğuk bir ter indi,’ diye anlatırdı albay. Yavaşça oturma odasına, görünmez konuğunun yanına dönmüş. Rüya mı görüyorum, diye soruyormuş kendisine. Korkudan bacakları titriyor, yüreği yerinden çıkacak gibi çarpıyormuş. Gözü kanepede, oturacağı koltuğa doğru yürürken, ‘Ben bu sesi bir yerden hatırlıyorum,’ diye düşünüyormuş.
“Tam o sırada duvardaki saat on bir kere çalmış. Bir müddet karşılıklı susmuşlar. Sonra bütün cesaretini toplayıp, ‘Sen kimsin, in misin, cin misin?’ diye sormuş Zeki bey. ‘Kunuri’de senin emir erindim Albayım,’ diye fısıltı gibi bir sesle yanıt vermiş görünmez konuk. Aniden kapının karşısındaki duvarda duran büfenin kapakları açılmış; iki misafir çay bardağı ve tabakları, konuklar geldiğinde kullanılan antika bakır tepsi, önlü arkalı sanki koşarak boşlukta süzülür biçimde mutfağa gitmiş. Büfenin kapakları kapanmış. ‘Şaşkınlıktan kalbim duracaktı,’ diye anlatırdı zavallı. Her anlattığında da olayı yeniden yaşıyormuş gibi kıpkırmızı olur korkuyla gözleri büyür, nefes alışları sıklaşırdı. Mutfağa giden çay bardakları doldurulmuş, üstünden hâlâ buharı çıkar vaziyette, iki pasta tabağına birer tane un kurabiyesi konmuş; yanında servisleri, şekerliği, tepsinin üstünde –sanki birisi tarafından taşınıyormuş gibi- gelmiş. Önce görünmez konuğun önünde durmuş. Görünmeyen bir el uzanıp havada asılı gibi duran tepsiden, çayını almış, kurabiyenin birini almış, tepsi Zeki Bey’e doğru yöneldiğinde, misafir çayını karıştırıyormuş. Daha doğrusu çay bardağının içinde kendiliğinden dönüp duran çay kaşığına kocaman açılmış gözlerle bakmaktaymış Albay! Kurabiyeler yenmiş çaylar içilmiş. Çok istediği halde nutku tutulmuş olduğu için bir türlü konuşamıyormuş Zeki Bey.
“’O geceyi hatırlıyor musun komutanım?’ diye sessizliği bozan bu defa görünmez konuk olmuş. ‘Şarapnel göğsümde çarşı ekmeği kadar kocaman bir delik açmıştı. Başımı sağ bacağının üstüne koymuş, Cesaret oğlum kurtulacaksın, diyordun. Oysa koca kütle bedenime değdiği an ölmüştüm. Yanımda anam babam yoktu; sen vardın.’ Birden gerilere doğru gitmiş, albay; o karanlık gece güneş gibi aydınlanmış gözünün önünde. ‘Ruhi oğlum, yiğit oğlum, şehit oğlum, sensin!’ demiş. ‘O an kalkıp o hayale, koltukta oturduğunu bildiğim o bedensiz ruha sarılmak istedim. Bende korku morku kalmadı,’ diye anlatırdı Albay. Yıllar sonra karşılaşan iki eski ahbap gibi gecenin bir yarısına kadar sohbet etmişler.
“Uyku bastırdığını sonra ne olduğunu hatırlamadığını söylerdi albay. ‘Uykuya geçmeden önce hayal meyal ahşap merdivenlerde ayak sesleri duydum, bahçe kapısı ve cümle kapısının açılıp kapandığını hissettim, o güzel hayal, geldiği gibi geçti gitti. Üzerime öyle bir ağırlık çökmüştü ki, değil ayağa kalkacak, gözlerimi bile açacak gücüm yoktu. Sonu olmayan bir boşlukta yavaş yavaş yere düşüyor gibiydim. Gecenin bir yarısında titreyerek uyandığımı hatırlıyorum. Yaşadıklarımı anımsadım korkuyla. Ruhi orada mısın, diye seslendim kanepeye doğru. Ses gelmedi, kimse yoktu. Çay faslından önce konuşmasa da orada olduğunu hissediyordum. Oysa şimdi farkındaydım; ortalıkta benden başka kimse yoktu. Gözüm yan duvardaki saate takıldı. Hiç mi vakit geçmemiş diye düşündüm. Duvardaki saat,23.05 i gösteriyordu. Cep saatimi çıkartıp baktım. Saat 02.30 du. Daha bu sabah sonuna kadar kurmuştum. Saat neden durmuş? diye, düşündüm. Yavaşça kalkıp yatak odama gittim. Yaşadıklarım aklımdan çıkmıyordu. Ruhi yıllar sonra neden görünmüştü bana? Belki yarın ya da sonraki günlerde yine gelir diye avuttum kendimi; hatta gelsin diye geç vakitlere kadar yolunu gözledim. Ne var ki o geceden sonra gelen giden olmadı. Günlerce, hatta haftalarca, 23.05 ne anlama geliyor düşündüm. Bir türlü cevabı bulamıyordum. Bir gün hiç alakasız bir anda aklıma geldi. Ruhi vurulup yere düştüğünde, gayr-ı ihtiyari kolumdaki saate bakmıştım; 23.05 i gösteriyordu.”
“’Peki, o günden sonra hiç çalışmadı mı saat?’ diye, sormuştum Albaya.’Ertesi sabahtan başlayarak, umudumu yitirip vazgeçinceye kadar saati aylarca bıkmadan usanmadan her gün –bazen günde birkaç kez- üç beş saat geriye alarak çalıştırdım. Ne var ki saat her defasında 23.05 e gelince, imdat freni çekilmiş tren gibi zınk diye duruyor,’ demişti.
Taziye evinden çıktığımda hava kararmak üzereydi. Yol boyunca rahmetlik Zeki Albayı ve o gece gelen görünmez konuğunu düşündüm. Kafam karışmıştı; İçimden bir ses…
Yusuf Uzunyol kimdir?
Altmış dokuz yaşındayım. Yıllarca ticaretle uğraştım. Hep iyi bir okuyucuydum. Yazma serüvenim, 2009 yılında um-ag la tanıştıktan sonra başladı. Neredeyse on yıldır öyküler yazmaya çabalıyorum.
edebiyathaber.net (7 Mart 2019)