Öyküden romana, denemeden çocuk kitaplarına uzanan yazarlık serüveni ödüllerle taçlandırılmış, çok yönlü, ayrıksı bir yazar Faruk Duman. Diğer eserlerinin, özellikle öykülerinin ayrıca ele alınması gerektiğini düşündüğümden, bu yazımda yazarın sadece romanlarına değineceğim.
“Sus Barbatus!” dışında (Hep Kitap, Kasım 2018) tümü Can Yayınları’ndan çıkmış kitapları: “Pîrî” (2003), “Kırk” (2006), “İncir Tarihi” (2010), “Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur” (2012), “Köpekler İçin Gece Müziği” (2014).
Gerek başucu yazarlarımın eserlerini dönemsel olarak yinelemeyi sevdiğimden, gerekse birden fazla kitabı koşut okumayı alışkanlık haline getirdiğimden, böylesi etkileşimli okumanın, kendi okuma-yazma sürecim için elimi güçlendirdiğini düşünüyorum.
Faruk Duman romanları incelemesi yaparken, başka bir kitapta karşılaştığım saptama ilgimi çekti. Hasan Ali Toptaş, “Harfler ve Notalar” (Everest, 2016, s.160) adlı kitabında, kafasındaki yazar için “…o, kalemi eline alıp kâğıdın üstüne eğildiğinde okuru da düşünmez. Hatta zaman zaman yeri geldikçe, okur için yazmıyorum bile…” der, ancak hemen arkasından da şu soru gelir, “…okur için yazmıyorsun da neden yazdıklarını yayımlıyorsun be kardeşim…” ve cevabı yine kendi verir: “Okura yazmak ile okur için yazmak arasında dağlar vardır…”
Toptaş’ın bu yaklaşımı, Duman metinlerine dair şu soruyu sormama ister istemez neden oldu, Acaba o, ne için yazıyor?
Üzerine düşüneduralım…
Hemen ilk ağızda belirtmeliyim ki, yazarın ilk romanı “Pîrî” den son romanı “Sus Barbatus!” a kadar bende yoğun olarak uyanan, onun anlatılarının, klasik eserlerden aldığım doygunluk hissini veriyor oluşu.
Yazarın metinlerini besleyen köklerin toprağını eşelersek, Anonim Halk Edebiyatı’ndan Âşık Edebiyatı’nın taşıyıcıları Köroğlu, Karacaoğlan, Gevheri’ye; Kaygusuz Abdal, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli’yi de içine alarak Tekke Edebiyatı’nı da kavrayan zengin, kadim geleneğimizin çağıltısından beslenen modern bir anlatının derinliğini görebiliriz.
Ancak burada ayırımına varmamız gereken bir durum var. Faruk Duman anlatıları, kültürümüzün köklerine ait kodları kullanması ve sonucunda dile yansıyan bize özgü algılama biçimlerini yeniden yapılandırması açısından farklı bir tarih anlayışını benimsemiş olsa da bu romanların hiçbirine “tarihsel roman” diyemeyiz.
İlk öykülerini “yırttıktan” sonra, genç yaşında ne yazacağına, nasıl yazacağına karar verdiğini söyleyen yazarın ana yöneliminin, insanı farklı bir konuşlandırma yapmadan bütün bileşenleriyle gerçekçi bir doğa kapsayışına alarak, onu ince ince dokuyan büyülü, koygun çok emek verilmiş dil işçiliğiyle ördüğü görülüyor.
Kulaklarımızda şiir duygusu yaratan, ama şiir olmayan bu metinler; yolculuğumuzun başında türkü, masal, efsaneyle çevrimlenmiş dil ve anlatı evrenleriyle bize, gözlerimizi kapatıp hiçbir şeye takılmadan yürüyebileceğimiz bir yolun kapısını araladığımızı düşündürür. Oysa merakla içeri geçip daha ilk adımlarımızı attığımız anda bizi şaşırtarak durdurur. Çünkü denizi, hayvanı, bitkisi, insanıyla bütünleşmiş bu çok katmanlı dünyanın kaskatı, acımasız gerçekliğiyle kimi zaman hüzünlenecek, kimi zaman da kanımızın donduğunu göreceğiz.
En çıplak haliyle içeride dolaşan doğa, sadece kendini yaşıyor olacak; deniz, karanlık bilinmeyene; orman, düşünen varlığa; kar, ölümcül buza; rüzgâr, fırtınaya; yağmur, güçsüz bulduğunu önüne katıp sürükleyen sele; sis, her şeyi bir görünür bir yok eden büyücüye dönüşecek. Daha bunları hazmedememişken, olağanüstü gibi görünen, ama sıradan hikâyeleriyle, oradan başka hiç bir yerde yaşayamayacaklarını düşündüren roman insanlarıyla tanışıvereceğiz.
Anlatılar öyle bir hal alacak ki, başlangıçta zıtmış gibi duran, ama aslında birbirini tamamlayan düşle büyü, hayalle gerçek arası sinematografik görüntüler eşliğinde, bitmek bilmez bir anlama, öğrenme isteği duyacağız. Hal böyleyken yolculuğumuzu nihayetlendirmek istemeyecek, yürüyüşümüze kararlı adımlarla devam edeceğiz.
Böylesi zengin atmosferlerde yaşayan başka bir unsur daha var ki oldukça önemli; bir bedeni, adı, kimliği çoğunca olmasa bile, neredeyse tüm kitaplarda boy gösteren ortak bir anlatıcının varlığı gerçeği. İlginç olan, metinler boyunca yaşayan bu organik anlatıcının, doğduğu ilk kitaptan itibaren fiziksel ve algısal olarak da büyüyor, gelişiyor oluşu. O, okurla konuşarak fikirlerini paylaşmaktan çekinmediği gibi, yargılarda bulunup yazarın başka kitaplarında yaşayan karakterlere, olgu ve olaylara eleştirel göndermeler yapmaktan da kaçınmaz. Ayrıca, felsefeye de meraklıdır. Yazarının geçmişteki kitaplarını hem kendi zamanına taşıma yetisine sahiptir hem de gelecekte yazacaklarından haber verme.
Altı romandaki bütün bu topoğrafya, ortak dil ve organik anlatıcının varlığı -metinlere ait diğer her şey farklı zaman, zemin ve düzlemlerde gerçekleşse de- aslında pek çok hikâyeden oluşan, neredeyse toplamı bin dört yüz sayfalara varan tek bir roman olarak da ele alınabilir. Ayrıca bu durum, metinler arası akışkan bir bütünlük sağlarken, yazara özgü belirgin bir üslubun da oluştuğunu işaretler.
Anlatılar, anlamın örtüklüğü nedeniyle zor okunuyor gibi görünse de gerek dilin masalsı akıcılığı, gerek kurgudaki tansiyonunun iniş çıkışları, gerekse romanlarda ortak görülen biçimsel bölüm aralarının kısa tutulması anlamayı kolaylaştırır.
Kuş bakışı bir algılamayla Faruk Duman okuru, özel bir okur olmak zorunda. Anlayışını büyük oranda öyküye yaslayan yazarın derdi; sözü azaltmak, özgün cümleler keşfetmek. Bunu okuruna geçirmek, dolayısıyla, metinde bıraktığı bilinçli boşlukları tamamlamasını istemek de hakkıdır elbette. Hal böyle olunca, okurun zihni de hep uyanık kalmak zorunda.
Faruk Duman romanlarını sırasıyla havalandırıp karşılaştırarak şöyle bir göz atalım, ne dersiniz?
Yazar, “Pîrî” ile yukarıda bahsettiğim tarihsel bir gerçekliği anlatıyor gibi görünse de ne doğunun bilinen mistik yapısını ortaya koyar ne de yüzyıllar öncesinden bize bilgi aktarır. Roman zamanı, anlatıcının “ …bilinmez vakitlerden birinde, …” (s.120) dediği bir dönemdir. Bir konçerto gibi seslerden harflere, kelimelerden cümlelere süzülen eserin dil yapılanışı, bu eski zaman anlatısının ruhuna yurtluk ediyor şeklinde de yorumlanabilir.
Bana göre “Pîrî”de en önemli nokta, yazarın diğer romanlarına da ışık tutan ve onun yazıya bakışını genel olarak imleyen alt başlıkları kapsıyor. Şöyle ki, kitabın “EĞLEN”(s.13) emriyle başlamasında yazı yazarken ki duygu durumunu; “ …bir kuş düşün ki, gagasının ucunda, birbirine geçmiş yüzlerce harf taşısın”(s.47) hayaliyle dile atfettiği önemi; “Sözü azaltmayı başarmıştı”(s.56) cümlesiyle gevezeliğe ve her şeyi söyleyen yazar tipine tahammülsüzlüğünü; son olarak, “… denizin ve gökyüzünün, ormanın ve dağın karşısında akıl hiçbir şeydir.”(s.56) saptamasıyla da doğa algısını bütünsel anlamak olası.
Eserin anlatı dizgesine toparlayıcı bakışla değinecek olursak: Ana karakter Osmanlı Paşası Yusuf’un gözünden, emrindeki ekibiyle beraber gizemli, karanlık bir denize yaptığı büyülü yolculuğa tanıklık ederiz. Anlatılan “gerçekliği” farklı yorumlayan yazarın, meseller eşliğinde kurduğu seyahat boyunca hayaller, dostluk, hırs, ümit, erk gibi insana özgü pek çok kavram da satır aralarında karşımıza çıkar.
Yazarın, düşünsel yoğunluğuyla öne çıkan ikinci romanı “Kırk”, “Pîrî” ile kıyaslandığında çok daha açık bir anlatıma sahip. Dilin kullanımı, karakterler arası görece iletişime dayansa da yine aynı titizlikle yapılandırılmış. Anlatıcının söylediği “Aslında vücudumuz, dilimizin kanıtıdır.”(s.47) cümlesi, yazarın kendisinin de bunu ilkiyette tuttuğunu, bu ikinci romanda yineleyişle iyice belirginleştirir.
İki roman arasında başka bir farklılık da anlatıcı Hüzün Hizmetçisi’nin gözünden seyrettiğimiz olayların, bir sahil kasabasında vaktini resim yaparak geçiren emekli generalin yaşamı üzerinden, bin dokuz yüz seksen sonrası yakın tarihimize açık göndermeler yapılarak şekillenmesi. Öyle ki bir karakter, ağaçtan yaptığı enstrümanla doğayı konuşturma suçundan işkenceye maruz kalır, yetmezmiş gibi bir de ortadan kaybolur. Bu, o dönem gözaltında yaşananlara atıftır. Benzer biçimde, romanın önemli bölümlerinden ”Ebleh yazar’ ifadesi de, yaşanan askeri darbelerle, çıkarları gereği taraf olan ya da korkuya kapılarak susmak zorunda kalan “sanatçının” ve “sanatın” geldiği durumu vurgular.
Süleyman’ın Kuşları bölümü, dillenen doğayı anlamak ve bilinç-dil üzerinden okura yönelttiği felsefi sorular açısından önemli, “…boyuna sustuğumuza göre, anlatacak çok şeyimiz olmalı” (s.52). Yine, sıklıkla söz edilen hayvanlara yüklenen sembollerle, yazılacak romanlar hakkında ipucu toplamamız da dikkate şayan, “Kaplanların hışırtısı boşlukta uçup gitmez hiçbir zaman.”(s.30).
Faruk Duman’ın çocukluğunu geçirdiği demiryolu lojmanları, Ankara’nın göbeğinde olmasına rağmen, doğallığı bozulmadığından olsa gerek, romanlarında karşımıza sürekli çıkan doğaya bakışını belirleyecek kadar onun belleğinde yer tutmuşa benziyor, “İşte bu tek gözlü trenci … gece siste peyda olunca,…”(s.13).
Gelelim, yazarın 2010 Yunus Nadi Roman Ödüllü “İncir Tarihi” romanına. Aslında bu esere, roman türünde bakılsa da bir çeşit öykü kitabı demek mümkün. Her bir anlatı, roman kurgusuyla birbirine bağlı olsa da, çoğunluğu kendi içinde ana gövdeden ayrı, ama yine de bağlamlı öyküler sanki.
Diyeceğim o ki, yazarın öyküyle kurduğu yakın bağdan ötürü, şu ana kadar yazdıklarıyla kıyaslandığında bu eserde biçem ve biçim yönüyle özellikle de dil açısından zirve yapmış görünüyor.
Kitap, “Pîrî” ve “Kırk” ile kıyaslandığında, yazarın ilk oylumlu romanı olması dışında dil ve doğaya adanmışlık bakımından onun anlatılarını handiyse ikiye ayıran keskin bir güce sahip. Diğer anlatılarla benzer izlekler taşısa da, aslında bambaşka bir atmosferle karşı karşıya bırakıyor okuru. Havsalamızda yarattığı büyülü dünyada bin bir çeşit bitkiyi, hayvanı cinsel dürtülerini baskılayamayan insanla harmanlayıp bir tür epik şölen havasında sunuyor.
Edebi uzuvları bakımından ele alındığında, eserden alıntılanabilecek o kadar çok yer var ki, burada bunu yapmamayı tercih ediyor, onu ilk defa okuyacakların ya da farklı bakış açısıyla okumuşların önüne açılmamış mektup gibi yeniden bırakmak istiyorum.
“Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur”, “Köpekler İçin Gece Müziği” ve “Sus Barbatus!”. Yazarın bir önceki eseriyle ulaştığı çağ değişimine, yukarıda saydığım özellikleri aşması bakımından, bu son üç romanın, altın devir payesi kazandırdığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Bin dokuz yüz yetmiş dörtte vurulan “son” Anadolu Kaplan’ına adanan “Ve Bir Pars, Hüzünle Kaybolur” un büyülü dünyası sisler içinde bir görünüp bir kaybolurken biz, bir bitkiyi, rüzgârı, bir koku ya da orman ruhunu, bir çıtırtıyı, ışığı, “parçalanmak ist[eyen]” (s.32) insanı öyle bir gerçeklikle kabul edeceğiz ki, rüya gören insan gibi rüyanın farkına bile varamayız. Aynı dünyada yaşam süren tutkulu karakterler de öyküleriyle etrafımızda dolaşırlar. Onlar bir anne-babanın, parsın, av-avcı-tüfeğin, bir aşkın, bir ormanın gizlerinin peşinde olacaklar, belki de varlığı resmi kayıtlarda bile olmayan, ensestin kıskacındaki küçük kız çocuğunun peşinde…
“Köpekler İçin Gece Müziği” iki bin on beş Necati Cumalı Edebiyat Ödülü’nü de yazarına kazandırmış diğer kitabı. Bitmek bilmediği gibi şiddeti giderek artan bir sağanak altında, geçmişi karanlık bir yaban insanının, kazazede bir karıkocayı zorunlu olarak kulübesine getirmesiyle başlayan roman, günümüz kent yaşamıyla kendi gerçekliğini süren orman dünyasının garip kaynaşmasını anlatıyor. İyi kötü, güzel çirkin, haklı haksız, güçlü güçsüz gibi kavramlar sorgulanıyor burada da.
“Sus Barbatus!” Bin dokuz yüz yetmiş dokuzda yaşanan zorlu bir kışta geçen olayları anlatıyor. Yazarın, siyasi göndermeleri en yoğun kullandığı romanı bence. Yanı sıra, klasik eserlere gönderdiği selamlarla da kendi okuma-yazma anlayışını ortaya koyuyor Duman. Dümdüz anlatımlı, ama okurda tırnak yedirtecek kadar zorlu bir coğrafyada hüküm süren hava koşulları baş aktör gibi görünse de, aslında her karakter, olay, olgu, kavram kendi içinde bir başlık durumunda. Anlatıcı tek; ama kar, sis, buz, göl, kurt, güç, asker, devlet, anarşizm, halkevi, sendika, cehalet, bilgi, anlayış, fahişelik, aşk, cinsellik… hepsine aynı mesafeden bakmış ve her birinin dertlerini okura net biçimde geçirebilmiş yazar.
Bunca yıl, bunca verim, bunca emek, bunca uğraş, bunca titizlenme…
Faruk Duman dil bayraktarı gibi inanç, cesaret ve coşkusuyla daha en başında belirlediği kulvarında koşarken, sıkı sıkı tuttuğu bayrağı hep bir sonraki menzile taşıyor. Her romanında karşılaştığımız anlatı geleneğini ilerleterek sürdürmekteki başarısına yaslı roman evrenleriyle de göz dolduruyor.
Sözün başına dönecek olursam, Duman, kendine has dil ve artık bir varlığa dönüşen anlatı biçimleriyle geçmiş mirasımızı ağırbaşlı kadirşinaslık reveransıyla okur için değil okura takdim ediyor. Tam da bu noktada klasik yapıtları okurken duyduğum o doygunluk hissini duymamın nedenini bulduğumu sanıyorum.
Yazmayı, heykel yapmaya benzeten yazarın bu tutumuna mukabil, edebiyatımızdaki yerini giderek derinleştirdiği, derinleştireceği açıkça görünüyor.
Derya Derya Yılmaz – edebiyathaber.net (7 Mart 2019)