“Gölgeler seyreder uzaktan bizi
Ağlatırken güldüren masallar ülkesi
Yarını mühürleyen bir rüya gibi
Omzumuzdan düşmüyor geçmişin yükü”
Pentagram- Geçmişin Yükü
Barış Bıçakçı’nın merakla beklenen son romanı Tarihi Kırıntılar geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. Bıçakçı, Türkiye edebiyatının son yıllardaki en büyük isimlerinden biri hiç kuşku yok ki; kendine has dili ve üslubuyla şimdiden Türkiye edebiyat tarihinde kendine özel bir yer edinmiş vaziyette. Barış Bıçakçı, sadece yazarlığıyla değil “görünmez” oluşuyla da dikkat çekiyor. Görünmez diyorum, çünkü kendisi imza günleri düzenlemiyor, herhangi bir yere söyleşi vermiyor. Bugüne kadar herhangi bir yerde tek bir fotoğrafı bile yer almadı. Bu anlamda günümüzün “şeffaflık” toplumuna pek uymayan bir yazarlık tavrı var. Kendisi bu anlamda varoluşunu yazarak kuran birisi. Yazdığı her metin bizimle ve dünyayla kurduğu bir iletişim biçimi; bu sebeple Bıçakçı’nın her yeni kitap ayrı bir merak ve önem konusu oluyor.
Bıçakçı romanlarının bir takım ortak özellikleri vardır. Mesela hikayenin olay mahalli genellikle Ankara’dır, karakterler nadiren kentin dışına çıkarlar. Karakterlerin edebiyat ve özellikle şiirle yakın bir ilişkileri vardır. Bıçakçı son romanı Tarihi Kırıntılar’da da benzer temalar peşinde koşuyor lakin üslup olarak diğer kitaplarından biraz farklı bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
Yazar, bir önceki romanı Seyrek Yağmur’da olduğu gibi klasik bir hikaye anlatısı peşinde koşmuyor. Roman, parçalı bir hikaye akışı üzerinden ilerliyor. Barış Bıçakçı, hikayeyi fragmanlara, anlara bölmüş. Olayların akışını ileri-geri sıçramalı bir şekilde kurgulamış. Ayrıca romanın şiirle yakın teması sebebiyle biraz kapalı bir anlatımı olduğu da söylenebilir. Her ne kadar üslup biraz farklı olsa da Barış Bıçakçı’nın olağanüstü gözlemleri, hayata ve memlekete dair yorumları ve eşi az bulunan anlatım tarzı bu romanda da bizimle beraber.
Kayıplar, yas ve hayatın döngüsü
Tarihi Kırıntılar, bir gazetenin kültür sanat servisinde çalışan Can ve onun 1992 yılında bir şairle evi terk ettiği düşünülen kayıp ablası Meral’in hikayesini anlatıyor, özet olarak. Meral, 1992 yılında soğuk bir Ankara kışında, elinde bavuluyla evi terk ediyor; Can bu anı pencereden tanıklık ediyor. Ablasının yavaş yavaş karanlıklar içerisinde kaybolmasını, soğuğu… Bellek çoğu zaman acımasızdır, insanın canını en çok yakan hatıra en çok önüne çıkan oluyor; Can için de benzer bir durum geçerli, ablasının evden ayrıldığı an onun asla peşini bırakmadığı bir imgeye dönüşüyor.
Meral’in evden ayrılıp kayıplara karışması; Can ve ailesini derinden yaralıyor. Ailede artık hiçbir şey eskisi gibi olamıyor haliyle. Anne Sevgi, edebiyat dergilerinde, şiir kitaplarında arıyor kızını, babası Taner de şiir yazmaya başlıyor mesela. Hayattaki en büyük kavgasını da yazdığı şiirler için veriyor. Her bir dizesinde kızını bulabilmeyi umuyor. Bir süre sonra anne ve babası hayatı olduğu gibi kabul ediyorlar: Meral artık geri dönmeyecek. Bu gerçeklikle yüzleştikten sonra emekli olup Akyaka’ya taşınıyorlar. Can ise asla pes etmiyor; belleğinde ablasını diri tutmaya çalışmaya devam ediyor. Ablasına dair ufak bir ipucu bulabilmek ya da onu anlayabilmek için memleketin önemli şairleriyle röportajlar yapıp, onların hikayelerinden isimsiz öyküler hazırlamayı çalışıyor. Her bir kitaptan, her bir dizeden Meral’in bulunduğu yeri haritalamaya çalışıyor. Bir tür inat hikayesine dönüştürüyor yaşadığı büyük kaybı. Bu anlamda kitabın ağırlık merkezi de kendisi.
Tarihi Kırıntılar’da Can inatla ablasını izini bulmaya çalışırken, karşısına çok farklı karakterler çıkıyor. Can’ın şairlerle yaptığı röportajlar dizisi mesela kitabın önemli bir diğer ayağı mesela. Can memleketin farklı yerlerinden farklı şairlerle konuşuyor, onların hikayelerini kaydediyor. Kayıp ablası üzerine dertleşiyor onlarla yeri geliyor, şiir üzerine, hayat üzerine, politika üzerine onlarla sert tartışmalara da giriyor.
“Eksik bir şey var”
Hikaye boyunca Can’ın hayatındaki farklı zaman dilimlerine şahit oluyoruz. Bıçakçı bizi 1990’lı yıllardan günümüze uzan uzun zaman diliminde Can yaşadığı anlardan kesitler sunuyor, ilginç kişilerle karşılaştırıyor. Bu zaman akışında da Can’ın hikayesi bir noktadan sonra memleketin trajedisiyle eşleşecektir. Hayatın uzun süren yolculuğunda herkesin başına gelebilecek karşılaşmalar bunlar elbette; kayıplar, aşklar, üzüntüler, hayal kırıklıkları, öfkeler…
Can da doğal olarak aşık oluyor, şehir değiştiriyor farklı yerlere savruluyor. Yeri geliyor, pozcu sanatçılarla kapışıyor, yüksek volümlü edebi tartışmalara giriyor… En basitinden aşık oluyor. Güzel bir Akdeniz tatilinde Yeşim’le karşılaşıyor mesela; sahile vurmuş bir ceset üzerinden ilk diyalog başlıyor. Can gibi Yeşim de geçmişten yaralı; bir yakınını Madımak’ta kaybetmiş. Can ve Yeşim kumsalda bir cesete bakıyorlar; kumsala vurmuş gölgelerinde ise kendi trajedileri yatıyor… Onların ilişkileri yaz aşkı geçiciliğini bozacak bir şekilde hızlıca çabucak derinleşiyor, kalıcılaşıyor. Uzun cümlelere ihtiyaç duyulmadan, doğal bir şekilde başlayan bir aşk hikayesi oluyor. Yeşim, İstanbul’da okuyor, yaşıyor; Can bulduğu ilk fırsatta kendisini onun yanında buluyor. Beraber İstanbul’u turluyorlar, aylaklık ediyorlar, geziyorlar, sevişiyorlar… Damardan Ankaralı Can, sıklıkla İstanbul’un kalabalığından, kaosundan şikayet ediyor. Yeri geliyor, sert tartışmalar yaşıyorlar, Ankara- İstanbul arası seferleri giderek azalıyor, sonrası malum… Yıllar geçiyor, hayata bakışlar farklılaşıyor. Can bu sefer de Rana’yla tanışıyor; onunla kısa sürede kaynaşıyor. Yine kelimelere ihtiyaç duymadan eller bir anda kenetleniyor. Can ve Rana, evlerinde kendilerine ait bir oda kuruyorlar; oraya filmlerden, kitaplardan, müziklerden koca bir dünya inşa ediyorlar. Bu odada dünyanın gürültüsüne yer yok; bir tek Can ve Rana var. “Aşık olduğumuzda dünya bütün dünyalığıyla göğsümüze dolar ve yapamayacağımız şeyleri vaat ederiz.” Can bu süre zarfında da ablasını aramaya devam ediyor. Rana onu hayalcilikle suçluyor ama bir eli hep onun omzunda yer alıyor.
Tarih meleği ve geçmişin yıkıntıları
Tarihi Kırıntılar’da Barış Bıçakçı, memleketin uzak ve yakın geçmişine bakıyor. Walter Benjamin’in meşhur Tarih Kavramı makalesinde geçen ‘Tarih Meleği’ gibi bir taraftan geleceğe diğer taraftan tarihin yıkıntılarına bakıyor. Orada gördüğü ise yüzleşilemeyen, hesaplaşılmamış trajediler, olaylar var. Tarihi Kırıntılar’da esas olarak bu zamana sıkışmışlığı irdeliyor. Geçmiş ve gelecek arasında kalmış gibiyiz; zaman ilerlemiyor buralarda… Tıpkı Barış Bıçakçı’nın kitapta söylediği gibi: “Şimdiki zamanda hep bir şeyler eksik kalıyor. Yaşantılar, duygular eksiksiz olmuşsa geçmişte olmuştur ve gelecekte eksiksiz olsun diye hayal kurarız, ümit ederiz. Şimdiki zaman eksikliğin zamanıdır.”
Tüm bu vaziyet içerisinde şiir çok ayrı bir yerde duruyor. Barış Bıçakçı, kitapta şiirin sanatın yeterliliğini sorguluyor; bu kadar trajediye tanıklık edilen bir toplumda sanat ne işe yarar? Söz sıramızın bize gelmesi için geleceği mi beklemek zorundayız sorusunu ortaya koyuyor. Bıçakçı her zaman olduğu cevap aramak, büyük sözler söylemek yerine, sorular soruyor.
Tarihi Kırıntılar, yaşamla ölüm arasında, geçmişin kapanmayan izlerinde hayatın döngüsünde, her şeye rağmen “hayat kalır” inancında etkileyici bir roman; Barış Bıçakçı’nın bilindik şairane üslubuyla geçtiğimiz şu hoyrat zamanlarda zarif bir başkaldırı…
edebiyathaber.net (15 Mart 2019)