Bir yazının ilk cümlesi yazıya ilişkin tüm ihtimalleri üzerinde yükseleceği harflerin ifadesinde saklar. Bu ihtimal hem konunun ulaşmak istediği hedefin imkânına hem çevresinde dönüp duracağı diğer cümlelerin sıralandığı boşluğun yüzeyine kendi anlamıyla yerleşir. Karşıtlık veya ispat, çelişki ya da inkâr eğer ilerlemesine amaç gördüğü hareketini tanımlayamıyorsa kabul duygusuyla mevcudiyetini ispatlar. Zira son cümleyi muhafaza etmesinin bilinciyle vaatkâr olan ilk cümlenin göz ve zihin arasındaki görüntüsü dolaysız bir etkiyle biçimlenir. Yazandan ziyade artık okuyan için belirgindir ve yine okuyanın idrakiyle oluşur, tamamlanır. Tıpkı çekildiği andan itibaren kaderini onu görenin zihninden, görülebilir haline bakanın gözüne taşıyan bir fotoğraf gibi.
Dünyadaki varlığına ait bilgiyi görülebilir olma üzerinden ve onun aracılığıyla biçimlendiren, yönlendiren insanın zamanda ve uzamda anlamlandırmaya çalıştığı her şey görülebilirliği gerek içeren gerek dışlayan bir hakikate sahiptir*: dünyayı en geniş haliyle sunan öte yandan hiç durmayan zamanın içinde kaybolma riskini de insana anımsatan görülebilirliğin gözün bakışını aşan şeylerin bilincine ilişkin uzamı, oluş ve yok oluş arasındaki çekişmede birikir, düzenlenir. Her şeyi görebilen gözdür diyen Berger için görülebilir olmanın gizemi, insanı kendinden bahsetmesi için çağırır. Görülebilir olanın içindeki görüntüler sınırsız bir uzamın parçasıdırlar. Uzamda yerini koruyan her şeyin görünüşü, anlamı, önemi ve şekli birbirini tamamlar. Ayrı ayrı nitelikleri olsa da bakanın yüklediği anlam ve sorgulayışıyla iç içe girerler. Bu iç içelik insanın kendi imgelemini ve düşüncesinin uzamını kapsar. Böylelikle anlam, görüntüyle birleşir, ikisinin uzamı kesişir ve gören, görülebilenle eşitlenir. Odağa yerleşen de bu eşitlik halinin değiştirdiği uzamdır.
Banu Özyürek’in Everest Yayınları tarafından basılan yeni kitabı Poz; -adıyla birleştirdiği- hayatın görülebilir ânlarına ait anlama ulaşmak isteyen o ilk cümlenin ihtimallerini ve insanın dünyadaki varlığını görülebilir kılan uzamın gerçekliğini kavrayan, kapsayan ve genişleten öykülerden oluşuyor. “Perdeleri çektin, oda sakin bir loşluk içinde kaldı, artık gözler yok. Sadece seninkiler-ve-koşulsuz şartsız benimkiler. Bakılmak istiyorsun” diye başlayan bir mektupla açılıyor kitap. Hayatın kusursuz bir gösteriyle çoğalttığı ve büyüttüğü boşluğunun görüntülerini herkesin yaşadığı şeyler olmaktan çıkarıp yerleştiği yerden kopararak herkesin hissettiği ve fakat hissedişinin farkında dahi olamadan aynı boşluğa nasıl tekrar yerleştirdiğini anlatan öyküler, görenle görülebileni eşitliyor. Kendisine kendi olduğu için bakan insan yerine, kendisine, sunduğu ölçüde bakılan bir varlığın oluşuna, bu oluş halinin teslim olduğu olasılıklara ve olasılıkların sabit bırakmadığı hislere odaklanıyor. Kırılganlığın, kayıtsızlığın (diğerinin başkası hakkında düşündüklerinin yeterliliği bağlamında) ve hatta yalnızlığın içinden geçmiş olduğumuz karaltılarının** bıraktığı izler, öykülerin ard alanında bedenle ruhun birbiriyle yenişemeyen, garip ve bazen sözle karşılık bulamayan uzamında koyulaşıyor.
Yazanın baktığı, baktığıyla gösterdiği; okuyanınsa gördüğü, gördüğüyle anlama kavuşturduğu bütünlük, okuyanın seslendikleri yazanın da dile getirdikleriyle parçalanıyor. Yani ses, öykünün geçtiği zamanın bir yerinde aramızdan herhangi birinin sürekli görünür kılmaya çalıştığı hayatının parçalarında, arzularında, benliğinde, korkularında ve görmezden geldiklerinde dile geliyor. Sesin önce gövdeye sonra dile aitliği gibi biraz***; sesi duymakla o sesi anımsamak benzemiyorsa, anımsamak belleğe bir sesleniş oluyor. Banu Özyürek on altı öyküde görüntüyle sesi böylelikle iç içe geçiriyor. Belleği yaşadığımız zamanın pek anlamlı olmayan akışında belirginleştirmeye çalışıyor. Görülen, görüldüğünün farkında olarak sunduğu imgesini o ânın içindeki seslerle ayırt ediyor. Yani kendi sesiyle. Tarafı belirlenmiş cinsiyet örüntüleri yerine okuyanın zihninde cisimleşecek haliyle. Yazarın ilk kitabı Bir Günü Bitirme Sanatı’nda sıklıkla karşımıza çıkan iç ses parantezleri Poz’da açılıyor ve iç-ses, anlatıcının gösterdikleri ve kendisinde görülmesine müsaade ettikleri dolayımıyla iç-gözün baktıklarına odaklanıyor.
Diğer insanlar, mekânlar, nesneler, olaylar, ilişkiler hayatın bedenin ve ruhun önüne ördüğü görünmez duvarın ardına bu kıstırılmışlık duygusunun kalıntılarını bırakıyor. Bedenin bir çabayla, bir boşluğu doldururcasına özgürleşmesini; görünür olabilmenin önünde engel teşkil eden kapıları geçmeye çalışmanın korkusunu anlatan öyküler, anlatıcılarının kendilerini kurtaramadıkları, tedirginliklerinin yığıldığı bu kalıntıları insan ruhunda açtığı yaralarla belirginleştiriyor. Veyahut, katılacağı kompozisyon yarışmasına yetişmek için heyecanlı çabasının altında terleyen bir çocuğun rakibiyle karşılaştıktan sonra büyüyen korkusu, yağmurun ıslattığı kâğıtların arasında yeniden yazmak zorunda kaldığı harflerin eğri büğrülüğünde büyüyor. Teselli etmiyor, korumuyor, kayırmıyor Banu Özyürek, aksine boş vermenin bahanesini (çoğumuzun sıklıkla başvurduğu bir tahammül yöntemi olarak) korkunun ardına nasıl sakladığımızı, içte his olarak büyüyenle dışta davranışa bürünüp küçüleni, tutarsızlıkları, endişeleri anlatıyor. Yokluk ve yoksunluk karşısındaki acizliğini perdelemek adına kayıtsızlığını ve ilgisizliğini kalkan yapan insanın kendisine muhatapsızlığını; aradan geçen zamanın dönüştürdüğü arkadaşlıkların insani zaafların ve beklentilerin altında nasıl ezildiğini; eşyanın tabiatına tezat biçimde hayatın merkezine yerleştiği ânların o kısacık ve trajik tekrarını; aynı mekânda bulunmanın benzer duygulanımların atmosferinde nefes almakla eş değer olmadığını; birlikteliklerin karşılanmayan beklentilere çözüm aradıkça giderek düğümlenen bir meseleye evrildiğini; benimsenmek ve mutlu olabilmek çabasıyla kendini kabul ettirmeye çalışanın yalnızlığını; bir başkasının imgelemiyle “sanılmanın” şüphe gibi insanın üzerinde neden kalakaldığını düşündürüyor aynı zamanda. “Hafifleşiyoruz, basitleşiyoruz, önemsizleşiyoruz ve bunların acısını çekmiyoruz” diyeni, yani aramızdan herhangi birini; “Akıllıymışım gibi davranmayacağım çünkü ben bir kere sanıldım. Ve insan ilk ne sanıldıysa öyle kalmak zorundadır” diyenle, aramızdan bir başkasıyla karşılaştırıyor, buluşturuyor yazar. Böylelikle, gündelik hayatın başka mekânlarında, değişik olduğu yanılsamasına karşın benzer zamanlarında rastlaşma olasılığı zayıf olanları, okurları, duyguda ve eksikliğini hissetse bile görmezden geldiklerinin, görmezden geldikçe hafiflediği sanılan yaşanmışlıkların, beden acısıyla (kendinde bir özgürleşme) ruh acısının (kendinde eksik kalan bir bütünleşme) ortasında eşitliyor.
Gelgelelim, son öyküde bir yazarın yazma deneyimi hakkında Suna Ferhat’ın anlattıkları bu eşitliğin diğer yanına bir soru bırakıyor. Peki Suna Ferhat, kameraya bakmadan muzip ama hüzünlü gizemli ama içten gülümsediği bir Poz vermeden -tabii ki kendi gördüklerinden önce- sizin gördüklerinize baksaydı ne hissederdi? Okura sayfa açıyor yazar. Kitabı tamamladıktan sonra okurun yazacaklarının kendi gördüklerinden farklı olduğunu bilerek. Hepimizin, her gün karşısına geçmekten yorulmadığı, görülme arzusuna gem vuramadığından bakmaktan usanmadığı o kamera, Poz’un görüntüleri ve anlamları arasında dolaşıyor. Hayatın gerçek, basit bir parçası gibi.
Funda Dörtkaş – edebiyathaber.net (15 Mart 2019)
* Berger, John. (2012), “Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü”, Çev: Zafer Aracagök, syf. 56-57, İstanbul, Metis Yayınları.
** Borgna, Eugenio. (2018), “Ruhun Yalnızlığı”, Çev: Meryem Mine Çilingiroğlu, syf. 119, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
*** Berger, John. (2012), “Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü”, Çev: Zafer Aracagök, syf. 58, İstanbul, Metis Yayınları.