Necip Tosun: “Edebiyat Atlası, bir kılavuz kitap olmayı hedefliyor.”

Nisan 5, 2019

Necip Tosun: “Edebiyat Atlası, bir kılavuz kitap olmayı hedefliyor.”

Söyleşi: Merve Koçak Kurt

Edebiyat Atlası, öyküye ve öyküye dair yazılarıyla yakından bildiğimiz Necip Tosun’un on beşinci kitabı. Hem edebiyatın/okumanın bize neler kazandırdığını vurguluyor, hem de edebiyat kütüphanesi oluşturmaya çalışanlara nitelikli bir kütüphane vadediyor. Bu hacimli eserde neler var derseniz; “Edebiyat ve Tarih”, “Edebiyat ve Hukuk”, “Edebiyat ve Sinema” gibi başlıklar da yer alıyor, güncel konular da… Ödüller, reklamlar, sosyal medya, Doğu ve Batı edebiyatının temellerini atan eserler, dünya romanının serüveni/ kitaplığı, Türk romanının serüveni/ kitaplığı, dünya öykücülüğünün serüveni/ kitaplığı, Türk öykücülüğünün serüveni/ kitaplığı, iyi öykülerin ortak özellikleri… Necip Tosun ile Edebiyat Atlası üzerine oylumlu bir söyleşi gerçekleştirdik.

Edebiyat Atlası nasıl oluştu? Yola çıkarken öncelikle kim(ler)e nasıl bir katkı sağlasın, ardından nasıl bir iz bıraksın istediniz?

Okuma-yazma süreçlerini, tecrübelerini, okuma listelerini, edebiyatın temel konularını, tartışmaları bir araya getirmeye çalışan bu kitap, genelde edebiyat okurlarının, özelde de edebiyat ortamına girmek isteyen ama bir yol yöntem bulamayan insanların sorularının cevaplandığı bir yazarın otuz yıllık birikimini yansıtmakta.

Edebiyat Atlası, kullanışlı bir kılavuz kitap olmayı da hedefliyor. Kuşkusuz her tecrübe şahsidir ve genelleştirilemez. Ne var ki bütün bu dikkatlerin, yaşanmışlıkların da kayda geçirilmesi gerekiyordu. Umulur ki bir yaraya merhem olsun, yolları kısaltsın, sağlıklı bir edebiyat ortamına katkıda bulunsun.

Yıllar önce edebiyat hayatıma yeni başladığımda edebiyatın temel konularını tartışan, okuma ve yazma tecrübelerini aktaran, okuma listeleri bulunan kitaplar arıyordum. Bir edebiyat okuru neler okumalı? Bir yazar adayı hangi yollardan geçer? Aslında genç bir yazara yol gösterecek kılavuz kitap arıyordum yıllar önce. Bu kitap biraz da o arayışımın ürünüdür. Genç edebiyatçılara ve okurlara bir kılavuz kitap hazırlayayım dedim. Önce başlıkları belirledim. Sonra yazdım. Zamanımı da aldı açıkçası. Dört-beş yılı buldu. Önereceğim kitaplarla ilgili seçmeler, elemeler yaptım. Bir anlamda gençliğimde karşılaşmak istediğim kitabı yazdım. 

Edebiyat Atlası ile nasıl bir ayna olmak/tutmak istediniz (okura ve yazara)?

Kırklı yaşlarda Modern Öykü Kuramı ve Doğu’nun Hikâye Kuramı kitabımı yazdığımda şunu fark etmiştim. Ahmet Hamdi Tanpınar, Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Necip Fazıl, İsmet Özel, Orhan Pamuk, Oğuz Atay yirmili yaşların ortasında benim kırklı yaşlarda “okuma” anlamında geldiğim yere gelmişlerdi. Aramızda 15 yıllık bir fark vardı ve bu yazarlıkta, okurlukta çok önemli bir ön seziş, birikim demekti. Bu tecrübeyi aktarmak gerekiyordu. Tekrar okumalar dışında otuzların başında Doğu ve Batı’nın temel metin okumaları tamamlanmalıydı. Peki ama hangi kitaplar? Nasıl bir yazarlık ve okurluk serüveni? Edebiyat Atlası’nda tam da bunları yazdım.

“Yalnızlığı yaratıcılığa dönüştürme” ve “entelektüel yalnızlık” kavramları arasındaki ilişki sizin için ne ifade ediyor?

Yenilgiyi, susmayı, geri çekilmeyi içeren yalnızlık elbette olumsuz yalnızlıktır. Burası bencilliğin ve sessizliğin karanlığıdır. Yaratıcı yalnızlıkta ise bir iç konuşma, kötülüklere karşı bir sitem, dünyaya kahır yüklü mektuplar, sessiz çığlıklar vardır. Yalnızlık içe dönmek, yaşadığımız hayal kırıklıklarıyla yüzleşmek, gözden geçirmek, hayatımıza giren insanlar hakkındaki haklı çıktığımız olayları sıralayarak baş başa kalışımızı temellendirmektir. Yalnızlıkta, koruma duygusu, hayal kırıklığı, dolma ve kendi kendine dönme duyguları iç içe yaşanır.

Tecrit/olumsuz yalnızlıkta yenilmişlik ve umutsuzluk, yaratıcı yalnızlıkta birikim ve yenilenme süreci vardır. Varoluşumuzu havalandırır, sessiz dinginliğe ulaştırırız. Tefekkür ve umut, insanın yanı başındadır. Bu anlamda içsel/yaratıcı yalnızlık ile tecrit/olumsuz yalnızlık arasındaki farklılıklar ortaya konmadan topyekûn bir yalnızlık mahkûmiyeti doğru değildir. Birincisi bilinçli bir tercih ikincisi bir hastalık, depresif bir hâldir ve kimlik reddidir. Yaratıcı yalnızlık üretkendir. Cahit Zarifoğlu’nun “Bütün büyük anlar yalnızlıktan yontuldu.” derken kastettiği bu yalnızlıktır.

“Duruş sahibi olmak” ile bir edebiyatçı neleri önceler? Nelere odaklanır? Neleri geride bırakır?

Edebiyatçı bir duruş sahibidir. Yazar bir “meselesi” olduğu için yazar, yazı hayatı boyunca bu meseleyi güçlü bir dille insanlara aktarmak, inandırıcı kılmak için uğraşır. Meselesi olmayan bir yazarın yazma gerekçesi de yoktur. Mesele onu yazmaya davet eder hatta zorlar, kışkırtır. Yazarın meselesi öncelikle hakikati edebiyatın diline dönüştürmektir. Çağına tanıklık, itiraz ve başkaldırıdır. Yaşadıklarıyla hesaplaşmadır. Bütün büyük yazarlar, merhamet, adalet, vicdan, özgürlük temalarının izni sürerek çağını tutanaklara geçirir ve yarınlara aktarırlar.

Yazıya, sanata yüklenen anlam, yazarın, sanatçının hayata bakışını da belirler. Yazıyla, sanatla var olmayı seçen yazarların gözünde hayata bakış da farklılaşır. Hayat onlar için sanatlarını gösterebilecekleri bir zaman aralığıdır ve yazı, sanat aracılığıyla hayata katlanırlar. Onunla arınır, var olur ve direnirler. Hatta onlara göre yazı, hayata karşı bir savunma biçimidir.

Edebiyat uğraşısı ne gelir geçer bir heves ne de belli zaman aralıklarına sıkıştırılmış bir uğraştır. Bütün bir hayatı kapsar ve ısrar, devamlılık ister. Ancak bu adanmışlık büyük yazarları ortaya çıkarır. Edebiyat dünyasındaki büyük yazarların büyük çoğunluğu tam bir adanmışlık içinde bir hayat sürmüş büyük yazar olmanın bedelini de ödemişlerdir.

“Yazma uğraşısı” denildiğinde ilkin aklımıza “yüzleşme” kelimesi geliyor. Yazarken, insan nelerle yüzleşir? Yazmak ile nasıl mümkün olur “yitirdiklerine” dokunmak?

İnsan yazarak yaşananlarla, geçmişle ve gelecekle yüz yüze gelir. Yazmanın belki de en önemli fonksiyonu yüzleşmedir. İnsan öncelikle kendi hikâyesi ile yüzleşir. Çünkü hayat kusurludur, yaşanırken tam gerçeği yansıtamaz. Bu yüzden yazarlar onu yeniden kurar, yazarak hikâyesini kusurdan arındırmaya çalışır. Yazarak tamamlanacağını düşünür. Yaşanan acıyı tanımlamak, iyice görünür kılmak için yitik günlerin peşinde dolaşmaktır yazmak. Yazmak, yitirdiklerine dokunmak, anlamak için geriye doğru yürümektir. Kendisinin en uzağına düşen insan yazmaya başlar. Kendisine yaklaşmak için yazar. Yazmaya başladığında saydam bir varlığa dönüşür, zaaflarını, güçlü yanlarını apaçık görür.

“Yazı sadece kendini anlamak, yüzleşmek değil, başka yüreklere dokunmak, başka dünyalarda serüvene çıkmak, başka insanların rüyasını görmektir. Ötekinin dünyasını anlamak, aktarmak çabasıdır.”  cümlelerini “gündem” ile birlikte okursak, “yazı” nasıl bir katkı sağlıyor “öteki” dünyaları anlamamıza?

İyi ve kötüyü, aydınlık ve karanlığı, zalimliği ve masumluğu hissettiğimiz, görebildiğimiz şekliyle güne ve yarına duyurmak için yazarız. Kendimizi, düşüncelerimizi, insanlığı savunmak için yazarız. Yazmak insanın, adalet, merhamet, dostluk arayışının bir yansımasıdır. Yazarlar ülkeyi baştan başa güzellikle, merhamet ve adaletle düzelteceklerini düşünürler. Dostluktan, umuttan, rüyadan, dayanışma ve dirençten söz ederler. Çünkü tüm edebiyat eserleri, bize kim olduğumuzu, nerden gelip nereye gittiğimizi anlatır. Bize ufuk verir, hayal etmeyi, sevmeyi öğretir. Vicdan, merhamet ve adalet duygusunu hatırlatır.

Yazar edebiyat eserinde ötekinden söz ederken, bize başkalarının acılarına bakmayı, anlamayı, giderek hissetmeyi öğreterek başka hiçbir disiplinin yapamayacağı empati duygusu uyandırır. İnsan o kahramanların mutluluklarıyla sevinir, acılarıyla üzülür onlarla benzer duyguları yaşar. Dolayısıyla edebiyat bize ayna olur, kendimizi, ötekini tanıtır.

“Edebiyat ve Propaganda” başlıklı yazınızda, “Sanat-edebiyat; yazarın dünya görüşü, gerçeklik/ doğru algısı, sanat-edebiyatın tanımı, işlevi, sınırları, temsili ve özerkliği bağlamında tarihsel süreç içerisinde sürekli tartışılan en kadim sorunlardan biridir.” diyorsunuz. Günümüz dünyasında edebiyatın “propaganda” işlevi, (eskiye göre) nasıl bir dönüşüm/değişim geçirmiştir? 

Bir yazar yaşadıklarından soyutlanamaz. Elbette yaşadıklarını, tanıklığını, gözlemlerini sanatına aksettirecektir; doğrularını, inançlarını… Yazarın yazdıkları hayata değecek, toplumdan kopmayacaktır. Bu anlamda her yazarın dinî, ahlaki, felsefi tavırları şöyle ya da böyle eserlerine yansıyacaktır. Eserlerini ideolojiden, inançlarından, siyasetten farklı konumlandıramaz. Bunda garipsenecek bir yan da yoktur. Ama belli bir estetik kaygı güdülmeden oluşturduğu eserin olmazsa olmaz gerekleri yerine getirilmeden, baştan sona somut bir mesaj kaygısıyla, “romanın/öykünün/şiirin neresine ne sokuştururum” tavrı, eserin paylaşımını zedeler. Çünkü mesaj, “nesnelleşmiş ruh”tur. Yani sorun “siyaset”i, “inancı” eserin merkezine koymak değil, bütün bunları bildik kolaycı yaklaşımlarla, popülist anlayışlarla, roman/öykü/şiir türünün gerektirdiği estetik yaklaşımlardan uzak, kaba bir tutumla işlemektir. Romanlarda, öykülerde, şiirlerde bir dünya görüşü, bir duyuş, bir bilinç aktarma hedefi elbette olacaktır; açıktır ki aslolan bunun “sunumu”dur.

Devrim sonrasında, bir ulus inşa etme peşindeki devletlerde sanat ve siyaset arasındaki mesafenin kapandığı gözlenir. Çünkü her devrim yeni bir insana, yeni bir halka ihtiyaç duymuştur. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de sanat-edebiyat verimli bir imkân olarak görülmüştür. Normalleşme dönemlerinden ise sanat ve siyasetin mesafesi uzar.

Son yüz yılda ülkemizde yaşanan siyasal, kültürel, sosyal değişim ve dönüşümler edebiyatımızı da yansımıştır. 1890’lardan Cumhuriyet’in ilanına kadar Doğu-Batı çatışması, yenilik, alafrangalık işlenirken, 1923’ten itibaren Cumhuriyet ideolojisi doğrultusunda eserler verildi. 1950’de Demokrat Parti iktidarıyla birlikte, özgürlük, halk hareketleri, köy ve köylünün sorunları; 1960’larda işçi sorunları, 1970’lerde ideolojik sınıf savaşları, 1980’lerde bireysellik, yalnızlaşma, cinsellik; 1990’larda postmodern konular, 2000’lerden sonra fantastik edebiyatçılarımızın konuları olur. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, tek parti iktidarı, Demokrat Parti iktidarı, 27 Mayıs Darbesi, 1971 Muhtırası, 1980 Darbesi’nin izleri sürülerek bile edebiyatımızın serüveni ortaya konulabilir. İşte bu dönemlerin özelliklerine göre sanat ile siyasetin mesafesi kısalmış ya da uzamıştır.

“Edebiyat ve Hayat” başlıklı yazınızda da, “Edebiyat gündelik gelir geçer olayları aşıp, insanlara değişmek hakikatleri aktarır. Edebiyatın, sanatın birleştirici ortak dili, bizi birbirimize yaklaştırabilir, farklı anlayışlara köprü olabilir, birbirimizin acılarını, sevinçlerini paylaşmamızı sağlayabilir.” diyorsunuz. Edebiyatın “köprü” olabilmesi için bizlere (okurlara ve yazarlara) düşen nedir?

Önemli yazarları, ayrışma, kamplaşma figürü olarak değil, birleşme ve toplaşma imkânı olarak değerlendirmemiz gerekir. Toplumsal barış, ortak değerlerde birleşme en çok edebiyatın sağlayabileceği bir şeydir. Bu ülkede bestelenen her şarkı, türkü bizimdir. Acılar, özlemler, güzellikler, yaralar ortaktır. Kıskançlıkları, kibirleri, faturaları, kişisel yazarlık hesaplarını bir kenara bırakıp iyi bulduğumuz tüm kitapları; konumumuz, durduğumuz yer neresi olursa olsun gündeme getirmeli, sonuna kadar çekinmeden desteklemeliyiz. İyiyi, güzeli nereden gelirse gelsin çoğaltmalı, yaygınlaştırmalıyız. Yazarları inanç ve siyaset savaşında kalkan olarak kullanıp onlara “duvar” işlevi yüklememeliyiz. Tam tersine inançlar, kuşaklar, anlayışlar arasında bu büyük yazarları bir “köprü” olarak görmeliyiz, böyle bakmalıyız. Sabahattin Ali de bizimdir Sezai Karakoç da, Nâzım Hikmet de bizimdir, Necip Fazıl da.

Edebiyatçının sosyal medya olan imtihanıyla ilgili, “Sosyal medyadaki portreler gerçek ya da değil sonunda bir ‘kimlik inşası’dır. Gerçek hayatta tanımadığımız birini bize sunduğu bu portreden tanırız. Aslında sosyal medya kullanımı bir anlamda ‘karakter yaratmak’dır. Onu yaşatmak, görünür kılmak ve hayat vermektir. Edebiyatçı/yazar da burada bir karakter yaratır: Bir yazar karakteri.” diyorsunuz. Sosyal medyada oluşturulan bu “yazar imgesi”nin yazar açısından avantajları ve dezavantajları/ handikapları nelerdir?

Edebiyatçı, bir okur kitlesi oluşturmak, onları tanımak, yönlendirmek ve kendini, eserlerini tanıtmak için sosyal medyayı kullanır. Böylece yazılı, görüntülü medyaya mahkûm olmaktan kurtulur, burada okurlarla doğrudan ilişkiye geçer. Bu aynı zamanda güçlü bir bağdır. Bir kez iletişim doğrudan, aracısız gerçekleşmekte, mekân ve zaman birlikteliği sağlanmış olmaktadır. Diğer taraftan yanlış anlaşılmaları birinci elden düzeltmekte, bilgi vermektedir. Yazar buradan geniş kitlelere ulaşmakta, ilgileri yönlendirmektedir. Bunları basit, zahmetsiz ve anlık olarak gerçekleştirebilmektedir. Yazar, kitabını anında okurlarına aracısız tanıtabilmekte, görüşlerini iletebilmektedir.

Bir yazar açısından sosyal medyada bulunmanın zararlarını ise şöyle sıralamak mümkündür. Öncelikle yazar imgesi zarar görür. Yazar, gündelik tüketimin bir parçası hâline gelir, sanal ortam yazarın içini boşaltıp metalaştırır. Markalaşmaya doğru giderken, tüketimin bir parçası hâline gelir. Okur gözündeki anlamı gitgide küçülür. Diğer yandan Facebook, Twitter, İnstagram ve benzeri sosyal paylaşım sitelerinin en önemli işlevi yazar ve okuru “eşitlemek”, hiyerarşiyi ortadan kaldırmak olmuştur. Sanal ortam sadece statü, kariyer farkını ortadan kaldırmaz, emek, değer ve birikim farkını da ortadan kaldırır. Bu da beraberinde sorunlar yaratır. Nezaket, saygı, birikim yerle bir edilip, gencecik bir okur büyük bir yazara kamu önünde hakaret, iftira edebilir. Sosyal medyada yazar açısından muhatap sorunu derindir. Çünkü karşısında kimin olduğunu, bir okurun hele gerçek bir okurun olup olmadığını bilmemektedir. Rafine olmayan ortama konuşmakta, bir anlamda da o kitlenin ayağına gitmiş olmaktadır. Hiç kuşkusuz sosyal ortamlar rafine okurun değil, popüler, kozmopolit okurun olduğu yerdir ve daha çok popüler ilgilere, beklentilere uygun bir mecradır. Popüler ürünler üreten popülist yazarlar için oldukça iyi bir imkân olmasına karşın yığınlara değil nitelikli okura yazan yazarlar için daha sınırlı bir geri dönüşüm sağlar. Her ortam, teknolojik imkân sonuçta kendi biçimini, ahlakını, anlayışını bu ortamda bulunanlara, bu imkânı kullananlara dayatır. Sosyal medyanın bir yazar için en somut zararı magazinleşmedir.

Edebiyat mahfilleri zaman içinde nasıl bir “yer” değişikliğine uğradı, bunun getirdiği sonuçlar neler oldu? Üzerinde önemle durduğunuz “entelektüel şiddet” kavramının edebiyat mahfilleriyle doğrudan bir ilgisi/ilişkisi var mı? (Nasıl?)

Edebiyat meraklıları kahveler, meyhaneler, köşkler, dergi ve yayınevi mekânları gibi yerlerde toplanarak karşılıklı iletişime geçmişlerdir. İlk dönemlerde sanatsever zenginlerin davetlerinde, salonlarda, evlerde, tertip edilen toplantı ve meclislerde daha sonraları ise, kahvelerde, pastanelerde, lokantalarda toplanılır, edebiyat, sanat, kültür sohbetleri yapılır. Çeşitli mekânlarda buluşan edebiyatçılar, edebiyat heveslileri birbirini tanır, okuduklarından, yazdıklarından ilgilerinden haberdar olurlar. Kuşkusuz bu etkileşim yaptıkları sanatı geliştiren, zenginleştiren bir işlev görmüştür. Dersler, öğütler, bilgiler alınır, kendi bireysel yol haritalarına yön çizilirdi. Edebiyat merkezli bu toplantılar giderek bir mahfil olmaya, bir edebiyat anlayışı oluşturmaya doğru yön alırdı. Özellikle genç yazar için buralar bir okul olur, pek çok üstatla bir arada bulunma ve tecrübelerden yararlanma imkânı doğardı.

Özellikle kitabevleri de yazar ve yazar adaylarını karşı karşıya getiren önemli mekân işlevi görmüşlerdir. Kahvehaneler, çay bahçeleri, pastaneler, bar-meyhaneler, lokanta ve restoranlar, oteller, edebiyat dergileri, kitabevleri, konak ve yalılar edebiyatçıları buluşturmuş, bir eğitim ve kültür yuvaları işleri görmüşlerdir.

Günümüzde ise edebiyat mahfillerinin ağırlık noktasını “sosyal medya” oluşturmaktadır. Elektronik ortamlarda e-okullar ile sohbet ortamlarıyla tecrübeli yazar- yazar adayı karşı karşıya gelerek tecrübe aktarımı gerçekleşmektedir.

Ne var ki siber âlemin/dijital dünyanın sunduğu edebiyat ortamı beraberinde pek çok sorunu da getirdi. Bu ortam çalışkan, yetenekli ve kaliteli insana büyük imkânlar sunduğu gibi, yeteneksiz, merhametsiz ve duygusuz pek çok kötü niyetli insana da aynı imkânı sunuyor. Dolayısıyla dijital ortam sadece kendi kurallarına bağlı ve hiçbir kurala tabi olmayan bir düzenekte işliyor. Bu hızlı ve güçlü iletişimin bir yandan da belirsizlik, karmaşa ve kaosu da yapısında barındırdığı açıktır. Örneğin ortada gerçek kimlikler olmadığı için sağlıklı tartışma zemini oluşamıyor. Takma adlarla, rumuzlarla tartışmalar çığırından çıkıyor, sonuçta iş düelloya kadar gidiyor. Sansürsüzlük, açık görüşlülük; sorumsuzluk ve vandalizmi doğuruyor. Sosyal medya doğru, adaletli kullanıldığında büyük bir imkân olarak edebiyata, kültüre hizmet edebilecekken, günümüzde internet medyasının yazıyı bütünüyle haksız, merhametsiz bir imha aracına dönüştürdüğünü görüyoruz.

Dergiler hâlâ o yazınızın başlığındaki gibi “Edebiyatın Bahar Bahçesi” mi son dönemde? Yaşanan onca tatsızlık başka mecralarda olduğu gibi dergilerde de mevcut değil mi? “Dergi taassubu” dediğiniz şey(le imtihan olmak) nasıl bir imtihandır yazanlar için?

Dergiye göre dost düşman belirleyen yazarlar derin hayal kırıklığı yaşarlar. Bir yazar dergi savaşı içinde olmamalıdır. Bir gün savaşını yaptığı dergi kapanır, editörle arası açılır, söylediği her şey bir günde boşluğa düşer. Bu nedenle bir yazar dergi davası gütmemeli, bir aidiyet duygusu ile hareket etmemeli ve dergi taraftarı olmamalıdır. Bir yazar istediği dergide yazabilir. Aslolan yazının kendisidir. Asla kendisini katı bir aidiyet içinde hissetmemelidir. Başkaca edebiyat dergilerinde de yazmalı, yayınevi ve dergi taassubuna girmemelidir. Yazı her zaman bir yazar için daha önemlidir. Çünkü her şeyden sonra geride kitapların, yazıların kaldığını bilmelidir. Her yeni dergi bir yazar için yeni bir kapıdır ve onun özgürlüğünü sağlamlaştırır. Ne var ki yazarlığın bürokrasisine (dergiler, yayınevleri, ağabeyler) yaslanarak iyi yazar olunmaz. Sadece iyi metinler yazarak iyi yazar olunur.

İlk kitapları ilk göz ağrıları olarak tanımlamışsınız ve “İlk kitap, edebiyat dünyasında bayrak dikme olayıdır.” demişsiniz. İlk kitap, sizin tabirinizle kimi yazar için tatlı bir başlangıç kimi yazar için de bir yıkım olmuş/ oluyor. Bir ilk kitabın “tatlı bir başlangıç” yaptıktan sonra yazar için “yıkım” olmaması ne gibi faktörlere bağlı? (Günümüz yayın dünyasını da göz önünde bulundurarak soruyorum bu soruyu.)

Geriye baktığımızda edebiyatı bırakmış hem de çok iyi yerde bırakmış insanları görüp şaşırmamak elde değil. Öyküye, şiire nitelik olarak en üst basamaktan başlayıp sonra arkasını getirmeyen, yaptıkları işe ara veren, susan, giderek yaptıkları işten uzaklaşan yazarların bu tutumu gerçekten de izaha muhtaç. Bunların nedenleri, arka planları hiç kuşkusuz incelenmeye değer bir konu. Zamanla bu yazarların unutulup gitmeleri hazin bir durum. Eski kitapları karıştırırken, dergileri tararken bir şekilde karşımıza çıkarlar. Yapılacak bir şey yoktur, kitabı bir yerlere yerleştirir, dergi sayfalarını kapatırız. Ama kimi yazarlar vardır ki, hiç unutulmazlar, içimizde bir sızı olarak kalırlar. Bunların susuşlarını, artık yazmıyor olmalarını bir türlü kabullenemeyiz.

Öyküye, şiire, romana nitelik olarak en üst basamaktan başlayıp sonra arkasını getirmeyen, getiremeyen, yaptıkları işe ara veren, susan, giderek yaptıkları işten uzaklaşan yazarların bu tutumları öğreticidir. Ne kadar nitelikli olursa olsun edebiyattan uzaklaşma, uzun aralar verme yazarı yok eder. Edebiyat tarihi bu unutulmuş yazarlarla doludur. Bu nedenle genç edebiyatçı için birinci kural ısrar ve adanmışlıktır. Edebiyat uğraşısı ne gelir geçer bir heves ne de belli zaman aralıklarına sıkıştırılmış bir uğraştır. Bütün bir hayatı kapsar ve ısrar, devamlılık ister. Ancak bu adanmışlık büyük yazarları ortaya çıkarır. Edebiyat dünyasındaki büyük yazarların büyük çoğunluğu tam bir adanmışlık içinde bir hayat sürmüş büyük yazar olmanın bedelini de ödemişlerdir. Ama günümüzde yaşadığımız temel sorun tam da budur.

“Günümüz Edebiyat Ortamının Görünümü”nü bilmek yolun başındaki bir yazara nasıl bir kolaylık sağlayacaktır?

Genç yazar için edebiyat ortamını erken dönemde bilmek ona erken yaşlarda pek çok kazanım sağlayacaktır. Bir defa yaşanacak hayal kırıklıklarını önleyecek, hangi ortamda bir edebiyat serüveni yaşayacağını anlayacak, hangi durumlarda ne yapacağını çok önceden kestirebilecek ona göre tavrını alacaktır. Edebiyat dünyası sadece yazınızı yazıp geriye çekildiğiniz bir yer değil. Pek çok ilişkiler ağından, yazar dayanışmasında, yayınevlerinden, dergilerden, mahfillerden oluşan bir dünya. Hiç şüphesiz her yazar, sanatçı, edebiyatçı yazdıklarının görülmesini, tartışılmasını, beğenilmesini arzu eder. Hele ülkemiz gibi edebiyatın, yazının iyiden iyiye değer kaybettiği, bir tepkisizliğin, duyarsızlığın, kayıtsızlığın hüküm sürdüğü yerlerde yazarların bu beklentisi elbette daha anlaşılabilir bir durumdur. Yazıda, bunu yaparken yanlışlığa düşülmesin diye tecrübeler aktırılmaktadır.

edebiyathaber.net (5 Nisan 2019)

Yorum yapın