Kim anlatmıştı
Halamdan mı dinledim, yoksa onun anlattığını dinleyen başka biri mi anlattı bana hatırlamıyorum!
Olayı etraflıca bildiğime, ama kendim de bunun tanığı olmadığıma göre bir anlatanı var.
Sabahları yaptığı bilinen yürüyüşlerinden biri…
Bahçedeki çeşmeye uğramadan dışarı çıkıyor. Günün erken saati. Ortalıkla kimseler görünmüyor. Mevsim güz. Köylüler yavaş yavaş ev içlerine çekilmiş.
Yol işaretlerine baka baka yol alıyor…
Gidip varacağı yer, kendi tarlasının ucundaki “Sütpınarı” denilen kaynak.
Buraya her vardığında, kayaların arasından çıkıp gelen, kendince de bir akıntı oluşturan, zaman zaman köylülerin gelip buradan su içmeleri, testi ve güğümlerini doldurabilmeleri için tahtadan bir su akarı yaptıkları yer buraya bir çeşme havasını verse de; adını “Sütpınarı” diye bellemiştir herkes. O akar yosun tuttukça değiştirilir. Bu alışkanlık, hatta buraya uğrayanlarca bir iş edinilmiş. Pınarın önünde oluşan göletin otları da sürekli temizlenir, çevresindeki taşlar elden geçirilir burası adeta bir “mabet” gibi korunurdu. Kimsenin “yatır” demeye sanırım dili varmıyordu!
Yolu düşenlerin yaptıkları ilk iş pınarın karşısına geçip sessizce dualar okumak, sonra da sağa sola üfleyip elleriyle yüzlerini sıvazlamaktı.
Halam da, o uhrevi havayı sık sık yapar, arada bir espriyle; “Okudukça bizim tarlanın bereketi artıyor,” derdi. Babamın takılmalarına ise; “Hadi ordan, onun için mi mirastan bir bu yeri layık gördünüz bana…” diye de sitem ederdi.
O takılmaların ardındaki gerçeği o güne kadar pek kimse dile getirmemişti.
Birilerinin cesaret edip o pınarı delik deşik edeceklerini ya da buna girişirlerse çarpılacaklarını düşündüklerinden; “sütpınarı” kutsal bir yer olarak o ıssızlıkta duran, gelen geçenin dinlendiği, su içtiği, namaz kılıp dualar ettiği, suyu şifalı diye sularının yolu düşenlerce taşındığı bir yerdi.
Halam, o günkü yürüyüşünün ilk aşamasını oraya ulaştırdığında, pınarın yanı başında bir değişiklikle karşılaşır… İlkten şaşırmıştır. Acaba birileri bu yıl ekimi değiştirip, buğday yerine mısır ektiği tarlasına girip bir şeyler mi yapmıştı.
Onun anlatımıyla; “Sandım ki orada iri bir ayı yatıyor! Henüz bu mevsimde domuzlar inmez. Durdum bekledim. Belki hareket eder diye seslendim. Taş attım, oralı olan yoktu… Biraz daha yakınlaşınca gördüm ki o karaltının ayı mayı olduğu yok; bas bayağı toprak yığını. Önce birileri getirip dökmüş sandım. Yanına varınca, kazılıp çıkarılmış toprak kokusunu aldım; yığının önüne gelince arkasında kocaman bir gediğin açıldığını gördüm… Kil, kömür karışımı oyuntunun genişliği bir adam, derinliği ise yaklaşık iki adam boyuydu.”
Pınarın su akar yanında açılan bu oyuntunun niye açılmış olacağını babam biliyordu. Demek ki; halam bunu ilkin ona anlatmıştı, o da gülerek:
“Ablam, bak seni koruyucu seçmişler. Zamanı gelince de alıp gittiler, sana demedim mi?”
Bunu aktaran da annemdi.
Okuldan eve döndüğümde Halamın buralarda olduğu, tarlasının hemen yanında açılan o gedikten define çıkarılıp götürüldüğüne inandığını, hatta o civarda bulduğu iki altın parçasını/sikkeyi emniyete götürüp olup bitenin tespitini istediğini söylemişti annem bana.
Ama hikâyenin ayrıntısını, akşam yemekte babam dillendirmişti. Halam o gün ve sonraki bir yıl boyunca kente gelip giderken bize uğramamıştı. Babamın bu alaycı tavrına alınmış; “Niyazi, gel şurayı kazıp bir bakalım,” demelerine aldırmamasına kızıp küsmüştü.
Bu hikâye dilden dile dolaşmıştı. Ama kimse inanmamıştı. O kuyu kapatılmış, pınar akmaya devam etmiş, insanlar eski alışkanlıklarını sürdürmüş, halam o tarlayı satmış, o iki altın da şehir müzesinde yerini alıp; “yörede bulunan definelerden örnek” olarak kayda geçmişti.
Borges’in öyküsünü okumaya geçmeden, nicedir belleğimde gezindirdiğim bu olayı yazmak istedim. Bu ilk versiyon. Dahası “ham bilgi”. Yeniden yeniden elden geçirip biçimlemeli. Yani, kendi dilinizi/düşünüzü katarak yazmalısınız.
Saklı
Annem yer yer korkularını dile getirirdi.
Kendimi oyuna verip, güne gelen kadınlarla aralarındaki konuşmaları dinlediğim olurdu.
O, ‘başkalarının konuşmaları gizliden dinlenmez’ demiş de olsa; kadınca konuşmalarında bazen beni ilgilendiren şeyler olurdu.
Babamın hakkında ettikleri sözler de bunlardandı.
Çalıştığı bankadaki şoförlerin “alemci” oldukları, içlerinden “umumhane”den dost bile tutanların bulunduğu anlatılırdı. Söz getirilip anneme dokundurulurdu: “Aman kız, dikkat et… Seninkini de yoldan çıkarmasınlar…”
Bu sözü aklımda tutmuştum.
Akşam oturmasına gittiğimiz anlatılan bu şoförlerden biriydi. Banka, dediysem de öyle bildik bir banka değildi bu. Daha çok belediyelerleydi işi gücü… İnşaat, altyapı, proje işleri… Bu nedenle de bünyesinde mimarlar, mühendisler, teknikerler, sürveyanlar vardı. Sık sık yöre belediyelerine, ilçe ve köylere yolculuklar yapılırdı. Bu nedenle de kalabalık bir şoför kadrosu vardı. İnşaat teknikeri olan babam küçük bir ilçedeki kanalizasyon, su işleri inşaatında şantiye şefliği yapmaktaydı… Şoförlerle gidip gelmeleri, orada geçirdikleri günlerde bir arada bulunmaları aralarında sıkı bir dostluk bağı kurdurmuştu.
Aralarında ailece görüştüklerimiz de vardı. Bu kez akşam oturmasına gideceğimizle ilk kez görüşülecek. Bir tür “yeni ev” ziyareti.
Şoförler arasında giyim kuşamına düşkün, kullandığı makam aracını pırıl pırıl tutan, bir jön gibi güneş gözlüğü, kravatı, ceketinin cebinde mendili eksik olmayan biri. Uzun boyu, kıvırcık saçları, yürürken ki edalı hali bir bakanı bir daha baktırırdı.
Uzunca bir süre söylenti vardı.
Bu kulağımıza geldiği gece, annemle babam yatak odasında kavga etmişlerdi. Yükselen sesleri bize kadar ulaşmıştı. O hafta sonu sünnet olacaktık, babam Orhan Amca’nın kirvemiz olmasını istiyordu. Annemse buna karşıydı. Bunun nedenini çözememiştik.
O akşam oturması sonrasında gene yatak odalarındaki yeni bir kavgalarına kulak misafiri olunca anlaşmazlığın sebebini kavrar gibi olduk kardeşimle.
Birbirimize soruyorduk:
“Genelevde dost edindiği kadını çıkarmak ne demek?!”
O akşam bize çay sunup, pastalar çıkaran, kızı Gül ile oyun kurup oynamamızı sağlayan uzun saçlı, hüzünlü bakışlı Ayşe teyzenin öyle biri olduğunu gene annemin bir günündeki dedikodulardan öğrenmiştim.
Babamın; “İnsan insandır. O insanlığını yapmış, tövbe ettirmiş, sevdiği kadını evinin hanımı yapmış… Bunun neresi kötü…” sözleri o kavgalı geceden kulağımda kalanlardan…
Her şeyin bu kadar saklı, gizli tutulduğu bir ortamda Orhan Amca’nın bu davranışı daha çok kadınlar arasında dedikoduya neden olmuştu.
Erkeklerse; “her günah bir iyilikle doğruyu bulur,” gibisinden sözlerle karşılıyorlardı bunu.
O ziyaretimizde sünnetimizin ayrıntıları konuşulmuş; kirvenin babadan sonra geldiği, çocuğunun kardeş, eşinin anne gibi görüldüğü anlatılmıştı babam tarafından. Annemse sözlerini saklı tutmuş, babamı nasıl elde tutması gerektiğini konuşmayı artık kadınlarla yaptığı günlere taşımayı ezber etmişti.
Öykü kurmak
Yazdığım düz, sıradan bir anlatı. Trajik boyutu olmadığı gibi bir olay örgüsü de yok… Atmosfer de yaratılamıyor.
Anlatıcının (ben- anlatıcı) bakışından geçmişe ait bir anı dillendiriliyor.
Öyküyü ilginç kılabilecek bir çatışma durumu ortaya konulmalıydı aslında.
Çevre baskısı, “kötü kadın” imajı, taşranın bakışı…
Bu da “ham” hali… Sanırım incelikle işlenip biçimlenebilir.
İmgelerden yansıyan
“Kent üzerinde kafamızda oluşan imge her
zaman biraz gerçeğe aykırı olmuştur.”
Borges
Kenti yazmak isterken imgelerden yola çıktığım kesin. Var olanla yitenden söz ediyorum elbette. Gene de bende yaşayanlara bakıyorum. Yazmak, imgelerden yola çıkmaktır bir bakıma. Duran zamanın ötesine döndüğümüze göre her kalem oynatışımızda…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (16 Nisan 2019)