Faşizm ve diktatörlükten neyi anlıyoruz? Muhtemelen birçoğumuz faşizmi tanımlarken 20. yüzyılın referanslarından yola çıkıyoruz. Tabii ki çuvallıyoruz… Misal; faşizm derken aklımıza şiddettin en uç halleri geliyor ve bunun olmadığı yönetim biçimlerini de -otomatikman- faşizmin dışına düşürüyoruz. Oysaki, gerçek tümüyle ayrıntılarda gizleniyor. Sonra da gizlendiği yerden çıkmak için uygun koşulları bekliyor.
Faşizm belasının dinamiğini anlayıp, ona uygun politikalar geliştirmek önemli, ama öncelik onun analizinde.
Federico Finchelstein’e kulak verirsek; bizim demokrasi diye tarif ettiğimiz yönetim biçimlerinin tümü, popülist yönetimler olarak faşizmi bağrında taşıyor. Faşizm, İkinci Dünya Savaşı’nda ipliği pazara çıktığı için popülizm şeklinde organize olmuş durumda. Daha açık bir ifadeyle faşizm, popülizm şeklinde bir üçüncü yol oluşturmuş ve bu yoldan ilerliyor. Yani, “Savaş sonrası iktidara geldiğinden beri liberalizm ile sosyalizm arasında demokratik bir üçüncü yol” olan popülizm, faşizmin “Tarihsel süreçte dönüşmüş” hali olarak -modern- yönetimlerin zeminini oluşturuyor. Bu da, -yeri geldiğinde- gerçek yüzünü göstererek, “Tekeline aldığı şiddeti” hukuk, yasa tanımadan yönetim şekli olarak uygulayacağı anlamına geliyor.
Faşizm ve şiddet
Faşizmin 21. yüzyıla evriliş seyrini oldukça ayrıntılı takip eden Finchelstein, onun en belirgin özü olan şiddetle ilgili 20. yüzyıla (Naziler) mutabık kalmış demek doğru olur. Aslında her çağda değişmeyen bir öz bu. Günümüze dönersek, dünyanın dört bir yanında yaşayan toplumlar olarak maruz kaldığımız semptomlar ortak. Yani liberalizm ve sosyalizm arasında üçüncü yol olarak denenen popülizmin, aslına rûcu etmesi an meselesi, zaten ediyor da.
“Faşizmden Popülizme” adlı kitabında şöyle diyor Finchelstein: “Seçimler tamamen yasaklandığında ya da artık serbest seçim niteliğini kaybettiğinde, bağımsız basının sindirilmesi onun bastırılıp imha edilmesine evrildiğinde, muhalefet iktidardakiler tarafından yalnızca gayri meşru sayılmakla kalmayıp aynı zamanda yasaklanıp ceza konusu yapıldığında, kuvvetler ayrılığının altını oyma bütün kuvvetlerin liderde birleştirilmesine dönüştüğünde ve -sonuncusu ama en az yukarıdaki hussuslar kadar önemlisi- kutuplaştırmacı popülist mantık yerini siyasi zulme bıraktığında, popülizm tarihsel süreç içinde edindiği temel unsurlarını kaybeder ve birçok bakımdan popülist olmaktan çıkar. Böyle durumlarda anayasal demokrasiyi yozlaştırma şeklindeki popülist eğilim, demokrasinin imhasına neden olur.”
Peki nedir faşizm? Nasıl ortaya çıkmış? Faşizmin tarihte bir hareket olarak belirmesi biraz ezberleri bozacak nitelikte: “Birinci Dünya Savaşı öncesindeki liberal düzene karşı dünya çapında bir ideolojik reddiye olarak doğduğunu bilmek, onu anlayabilmek açısından kilit bir öneme sahiptir. Faşizmi mümkün kılan aşırı milliyetçilik ideolojisi, Aydınlanma’ya karşı daha geniş bir entelektüel tepkinin parçasıydı ve bu niteliğiyle hem Avrupalıydı hem de ‘Avrupalı değildi.
Faşizm ideolojik bakımdan, 1789 Fransız Devrimi’nden 1776 Amerikan ve 1810’lardaki Latin Amerika devrimlerine, 1871 Paris Komünü’ne ve 1895’te başlayan Küba Bağımsızlık Savaşı’na, uzun 19. yüzyıldaki ilerici devrimlere bir tepki olarak görülmüştü. Siyasi ve ekonomik eşitlik, hoşgörü ve özgürlüğe karşı karşıdevrimci bir saldırıyı temsil etmişti.”
Toplumsal devrim korkusundan nemalanmak…
Faşizmi anlamanın yolunun onun tarihsel sürecini bilmekten geçtiğinin özellikle altını çiziyor Finchelstein. Şöyle ki; faşizmin, “1917’de Bolşevizm’in zaferi(nin) dünya çapında bir rekabet ve karşı çıkış” üretmesiyle şekillenen bir yapısı var. “Kendilerini komünistlerin zıttı olarak sunan faşistler”in en önemli beslenme alanları, toplumsal devrim korkusu olmuş. “Toplumsal devrimin kimi unsurlarını bünyelerine” dahil etmeleri gerçeğine gelince, çok önemli bir yerde duruyor ama en temel halinin şiddet olduğunu hatırlatmakta yarar var. Faşizmin, “Siyaset alanında şiddete mutlak bir değer” atfetmesi, onu tanımlamada temel unsur olarak öne çıkıyor.
Gerek tarihsel süreçte, gerekse şimdi de “Siyasi şiddete başvurmayan bir faşizm”in olmaması ise bunu yeterince kanıtlar nitelikte: “Varoluşsal bir halk düşmanını ve buna bağlı olarak da siyasi zulmü içermeyen gerçek bir faşizm tarihi yoktur” diyor Fınchelsteın. Faşizm mitinin, “İç benlik ve kolektif bilinçdışı güçlerinin sadece şiddet ve ölüme götürebileceği yolundaki fikirden” köklendiği gerçeği ise, “Siyaseti ilahi bir faaliyet olarak kavrayan anlayışın uç bir biçimi” şeklinde kendini inşa ediyor. Bir not; bunu, içinde yaşadığımız gerçeklikle kuramadığımız mantıksal ilişkinin yanıtı mıdır diye düşünmekte fayda var.
Güçler ayrılığı, hukukun üstünlüğü…
Faşizm semptomlarından önemli bir tanesi de, alternatif yaşam biçimlerinin sıkıştırıldığı yer: “Bu süreç ne kadar ilerlemişse, alternatif yaşam biçimleri de o kadar marjinaleşmiştir” saptaması önemli olsa gerek. Dikkat uyarısını sürekli kılan önemli bir saptama daha var; faşizmin “Taktik ve ideolojik sebeplerle sürekli bir düşman ihtiyacı” içinde olması. Bütün bu saptama ve analizleri tarihsel bağlantılarından koparmadan sergilemeyi çok önemseyen Fınchelsteın, okuyuculardan da aynı şeyi istiyor.
Faşizmin, “Bir diktatörlük kurup güçler ayrılığını ve hukukun üstünlüğünü ortadan kaldırma” gibi bir derdi var. “-Faşist olanlar başta olmak üzere- diktatörlükler şiddeti tekellerine almakla kalmayıp, çoğu kez de hukuk dışına çıkarak onu kendi yurttaşlarına uygulama eğilimindedirler” derken, bunu Yirminci yüzyıldan günümüze, titizlikle yaptığı araştırmalarına dayandırıyor Fınchelsteın. Bu bilgilerini ise, Amerika’dan, Avrupa ve Asya’ya tipik hükümetleri tek tek örnek göstererek sergiliyor.
Dikey siyasetin en uç ama en sık kullanılan örneklerinden olan faşizmin, popülizmle kendini gizlediği gerçeğini unutmamakta fayda var. Zaten popülizmin, “Eşitlikçi demokrasi biçimlerine karşı geçmişteki meydan okuyuşunu günümüzde sürdürüyor” olması bunu açıklar nitelikte.
Aysel Sağır – edebiyathaber.net (19 Nisan 2019)