Kendini önemsemek ya da görünme(me)k telaşı! | Feridun Andaç

Nisan 23, 2019

Kendini önemsemek ya da görünme(me)k telaşı! | Feridun Andaç

Geçenlerde yayımlanan “Kültürsüzlüğümüzün Dört Mevsimi”deneme kitabımla ilgili bir okurla konuşurken, şunu sormuştu bana: “hangi ivme, durum bunu size yazdırdı?”

Ona, önce, biriktirerek yazdığımı söyledim. Hayatın ve yaşadıklarımızın biriktirdiklerinden oluştu bu kitaptaki yazılar gibisinden sözler ettim.

Doğruydu da…

İnsan biriktirerek yaşar, öyle de yazar. Hele hele insan biriktirmeyi önemseyen biriyseniz, ayıklayarak yaşamanın da “ustası” kesilmişsinizdir.

Şu ân sizin için sevgili okur bu yazıyı kaleme alırken, baktım ki; “Edebiyat Haber”deki 300. yazıya ermişiz. Evet, burada, aramızda ne çok şeyin biriktiğini görüyorum.

Madem size o kitabımdan söz ettik, yaşadığımız iklime biraz daha yakından bakalım derim.

Önceki gün Bomontiada’da Yaşar Kemal’i konuştuk fotoğraf sanatçısı Lütfi Özgünaydın’la. Onun Yaşar Kemal sergisi vardı aynı mekânda. Bulunduğumuz yerin bir başka mekânında ise Ara Güler’in birikiminden bir kesit sergilenmişti.

Her iki sergiyi de birkaç kez gezinip durdum, notlar aldım. Her iki ustayı da tanıdığımdan, içimden; “gene bir yerde buluştular, hem de omuz omuza,” dedim kendi kendime.

Sonra dönüp, Ara Güler’in o sergiye taşınan şu sözlerini yazdım defterime:

“Dünyanın her yerinde, her taş üzerinde bir güneş doğar, bir güneş batar.”

Onlar, biriktirdikleriyle hayatın rengini taşıyıp gösterdiler bize, bir bellek oluşturdular insanlık için.

Evet, iyi ki onları tanıdım diyebiliyorum. Yazıp derlediklerini okudum, izledim, her biri için düşündüm, yazdım; ortaya çıkardıklarının izlerini sürdüm.

O arada, sergiden çıkmıştım ki; karşımda tutkulu/meraklı bir Yaşar Kemal okurunu buldum: Uğur Durmaz. Coşkuyla anlatıyor, öğrenmek istediklerini sohbete dönüştürerek soruyordu. Az sonra çantasından bir tomar kâğıt çıkarmıştı Uğur. Ta Kocaeli’den çıkıp gelmişti toplantıyı izlemek için.

Kâğıtlara daha göz atmadan Yaşar Kemal’in elyazısını tanıdım.

Abidin Dino arşivinden örnekler derlemiş getirmişti. Bilmediğim mektuplar, notlardı bunlar. Yaşar Kemal’in varoluşunda emeği olan Dino’ya yazdığı mektuplardaki özeni coşkuyu burada anmadan, hatta şu cümlelerini size yazmadan geçemeyeceğim sevgili okuru:

“Bakın , ‘Al Gözüm Seyreyle Salih’ten sonra ne geliyor, ‘Kuğular’, adı kuğular değil ya, adını koymadım da onun için, kuğular diyorum. Olmuş geçmiş bir olay… Ben bizzat tanıklık ettim bu kış Şile’de…

(…)

Ondan sonra  Kekova Sultanının bir çocuk yöresinde dönen romanı… Ondan sonra Kimsecik romanı biliyorsunuz yirmi yıldır kafamda…”

 

Ve önümde duran bir başka mektup:

“Abidin Bey, Canım Peder,

Bilmem iyi oldu mu bu çiçekler, ama çiçekler üstüne böyle acele değil de çok çalışmak gerek. Hemen şimdi gönderiyorum…”

Bir liste yapmış Yaşar Kemal, 115 tane çiçek adını kısa özellikleriyle de belirtmiş, üç tane de çiçek deseni çizmiş.

Özenli, yaratıcı, paylaşımcı bir yol arkadaşlığı aynı zamanda onlarınki.

Benim için gönendirici bir karşılaşma olmuş bu.

Aynı yerde, başka bir mekânda, Uluslararası Edebiyat Festivali’nin açılışı vardı. Söyleşimiz bitince, bu festivalin öncüsü, hazırlayıcısı dostuma bir “merhaba” demek, kendisine yöneltilen yersiz/acımasız kampanya karşısında yüreğini serin tutmasını söylemek için etkinliğin olduğu 4. kata çıktım. Görünmek ve buluşmak isteyen herkes oradaydı. Gözüm dostumu ararken sesine ulaştım önce. Yüzünü görünce kalabalığın arasından yol bulup kendisiyle merhabalaşıp kucaklaştık. Bir iki söz sonrası tam yanından ayrılacakken, yanıbaşımızda duran, fotoğraflarından da tanıdığım  birinin evecenlikle sırtını dönüp uzaklaştığını gördüm.

Bu kişi, kendisini hiç tanımadan, görmeden beğendiğim, yapıtı üzerine yazı yazdığım, hatta bunu önceden kendisine bir mektupla nezaketle ilettiğim  “yazar”dı.

Böylesi toplantılarda (zorunlu olmadıkça) kimse beni pek göremezdi. Ne görünmek ne de vitrinlerde gezinmek gibi bir derdim yoktu.

Kimsenin nerede/nasıl durduğu, nereden nereye ne amaçla koştuğu da çok umurumda olamazdı. Ama  böylesi bir yerde ayaküstü de olsa rastlaştığınız birileriyle merhabalaşıp, iki satır söz edip döner giderdiniz. 

Bu vitrinlerden inmeyen “genç yazar” arkadaşımızın telaşını, “mahcubiyet”ini anlamış değildim!

Sanırım sürekli vitrinde olmak eritiyor insanı; ruhunu ve duygularını, inceliklerin neler olabileceğini görmezden geliyor.

Bir bakıma da yalanlarla yaşıyoruz.

Ona dair yazdıklarımdan pişmanlık mı duydum? Asla! Ama bir daha yazar, o kadar zaman ayırır mıyım, sanırım hayır!

Ona dair yazdığım için bana “secde” etmesini  beklemedim elbette. Gene de nezaketen de olsa bir “merhaba” demeyi akıl edebilirdi; öyle sırtını dönüp kaçarcasına gitmesinin kendince haklı nedenini bilemem.

Bir yazarın inandırıcılığı duruşuyla başlar; yapıtınız başka siz başka olamazsınız. O “linç”e neden olan “gazeteci-yazar”ın duruşu/yapıtı için çok önceleri “edebî hoppalık” nitelemesiyle bir yazı yazmıştım. Tam da bu “vitrinde görünmek” biçimi üzerine…

İşte o dostumuzu “linç” eden zihniyet hep aramızda geziniyordu ne yazık ki: evet, tam da vitrinde görünmek derdi! Her yerde olmak, her şeyin mubah olduğu bir bakışı benimsemek…

İşte asıl kültürsüzlüğümüzün mevsimleri nerede başlıyordu bunu düşündüm yeniden.

Evet, dostluk ve yazmak başka şeydi. Birbirine sözle taşınmak, sözle yol arkadaşlığı etmek başka. Abidin Dino’dan, Yaşar Kemal’den, Ara Güler’den öğreneceğimiz daha çok şeyler var eminim.

edebiyathaber.net (23 Nisan 2019)

Yorum yapın