Gri sabahın yedisi. Hafta içi kurulan cep telefonu ısrarla çalmaya başladı. Dün geceden beri bugün yapacaklarını düşünmekten başı ağrıyordu. Cep telefonunun bezgin alarmını kapattı. Sol tarafına kayıtsızca bakarak doğruldu. Yanındaki yedi yıllık eşi değil, yabancıydı onun için. Açık mavi terliklerini yavaş yavaş ayağına geçirdi, annesinin ördüğü hırkayı omuzlarına attı. Hava aydınlanmaya başlamış, mutfak penceresinden görünen vişne ağacının çiçekleri kartopu gibi bembeyaz açmıştı.
Dört yaşındaki kızının odasına yöneldi. Hala güzel uykusunda uyuyordu meleği. Kapıyı sessizce kapattı. Mutfağa yöneldi. İçinde koskoca bir boşlukla her gün rutine bağladığı işlerini halletmeye koyuldu. İsteksiz ve tükenmişlikle üç yumurtayı haşlanması için küçük bir tencereye koydu. Çay suyunu da ocağa kaynamaya bıraktı. Akşamdan kalan meyve tabakları, çay bardakları, kızının süt şişesini bulaşık makinesine yerleştirdi. Dağınık duran beyaz masayı pembe bezi ile silip üzerindeki tuzluğu, meyve kâsesini, sürahiyi düzeltti. Mutfak dolaplarına gözü takıldı. Beyaz dolaplarını bundan yedi yıl önce eşi ile en yakın marangoz arkadaşlarına yaptırmışlardı. Beyaz eşyalarını alırken kayınvalidesi de onlarla gelmişti. İstedikleri; maddiyatlarının üç katı fazla olduğundan bir düşük modelini almak zorunda kaldıkları, ocak, fırın ve buzdolabına kayıtsızca baktı. Hatıralar acıydı, hatırlandıkça kanıyorlardı. Üzerlerini örttükçe kabuk bağlıyordu zamanla ama asla bunlar asla geçmiyordu. Şimdi geçmiş daha net canlanıyordu gözlerinin önünde. Çayı demledi. Yumurtalar çoktan olmuştu. Eşinin hazırlandığını, kahvaltı için beş dakikaya geleceğini işitti. Her sabah böyle söylerdi. Masaya biraz beyaz peynir ve zeytin koyduktan sonra domates ve salatalık doğradı. Köyden getirttiği balı tabağa döktü ve yanına biraz tereyağı… Akşamdan okul çıkışı aldığı ekmeği dilimleyip tost makinesinde ısıttı. Adam geç kaldığını yineleyerek, ekmeğin üzerine biraz peynir sürdü. Günaydın bile demeden cep telefonundaki mesajlara cevap vererek çayını yudumladı. Ayağa kalktı, cüzdanından çıkardığı elli lirayı masaya bıraktı ve portmantoya yöneldi. “Mart ayına güvenilmez.” deyip kışlık siyah montunu giydi ve kapıyı çarpıp çıktı. Kadın kapının çarpmasıyla antrenin duvarlarının sarsıntısını içinde hissetti.
Adamın gidişine kayıtsız baktı. Her sabah yaptığı gibi kapıyı vurup çıkmıştı yine. Günlük harçlığı da şu sıralar elli lirayı geçmiyordu. Beyaz porselen çay fincanına çayını koydu. Dumanı üzerindeydi, sıcak içemezdi, bekledi bekledi… Kahvaltı masasını toplamaya koyuldu. Peyniri, zeytini, yenmemiş domates ve salatalığın üzerine kapaklarını kapatıp buzdolabına yerleştirdi.
İşi bitince yatak odasına geçti. Üzerini değiştirdi. Dağınık yatak üzerinde eşinin alelade atmış olduğu mavi pijamaları duruyordu. Aynanın karşısına geçti. Kederliydi ayna, saçları dağınıktı, göz altlarında morluklar oluşmuştu. Yorgun bakan yeşil gözlerini gördü. Gözüne kolyesi takıldı. Resim öğretmenliği yaptığı yıllarda eski bir öğrencisinin öğretmenler günü hediyesiydi. Beş yıldır öğretmenlik yapmıyordu. Pembeydi kelebek kolyesi. Renkleri hatırladı… Her birini. Mavisinden, sarısına, yeşilinden, eflatununa, siyahından kırmızısına… Onu tüketen bu hiçlik duygusunun içinde kaybolup gitmişti. Sol elindeki yüzüğü çıkardı. Komidinin yanına usulca bıraktı. Geçen yıl tatil için aldıkları büyük bavulu yatağın üzerine attı. Dolabın kendine ait olan tarafına geçti. Bir bir kazaklarını, gömleklerini, eteklerini, tişörtlerini, atkılarını ne varsa bavula attı öylece… Salona koştu kitaplıktaki birkaç kitabını alıp bavulun fermuarını kapattı. Canı boğazında kızının odasına koştu… Kızının büyük pembe okul çantasını aldı, çekmecelerde ne varsa hepsini tıka basa doldurdu. O an zaman durdu adeta… Şu an yaptığı şeyleri idrak edemiyordu. Kızını öptü, sarıldı sımsıkı. “Ne oldu anne?” dedi. Yağmur olan bitenden habersiz. Kızının kazağını, pantolonunu, çoraplarını giydirdi… Kırmızı montunu da omuzlarına attı. En sevdiği oyuncağı pembe panterini de… Şapkasını giydirdi kızının. Antreye yöneldiler. Eve son kez olduğu yerden boş gözlerle baktı. Ayakkabılarını giydiler. Kapıyı bu sabah eşinin kapadığı gibi kapatıp duvarları titretti. Duvarlar inledi giderken, bir acı çığlık duyuldu sanki. Mutfak masasında içilmemiş bir fincan çay ve apartman boşluğundaki yankılı sesleriyle yitip gittiler.
Hilal Aras kimdir?
1982 Babaeski doğumlu. Eskişehir Anadolu Üniversitesi İşletme mezunu. 10 yıllık özel sektör çalışma döneminden sonra edebiyata, okuma ve yazmaya gönül verenlerden. Öykü, şiir ve deneme yazıları bulunmakta.
edebiyathaber.net (23 Nisan 2019)