-Çağrısız gelen okur için.
Sonsuzluğun dilini kurmak istiyorum diyebilirim ilkten.
Kuşkusuz bu çok soyut bir niteleme: Sonsuzluğun dili…
Açmalıyım bunu önce… Neleri içerir, ne anlam taşır benim için böylesi bir bakış.
Öncelikle beni bu düşünceye taşıyan şu sözleri aklımdadır hep Flaubert’in:
“Muhakkak bir hayalet peşinde koşmak lâzımsa ben en heybetli olanın peşinden koşmayı tercih ederim… Olgun olmayan bir cümleyi bir saniye evvel bitirmektense köpekler gibi gebereyim daha iyi…”
Bu, söyleyecek sözünüzü kuşanmak için size sorumluluk yükler.
Görüp hissettiklerimi anlatmaya çalışıyorum. Yaşadıklarımı demiyorum. Onlar yaşambilgisi/deneyimi olarak saklımda duranlardır. Bir anlamda beni sürekli okumaya/yazmaya iten.
Arundhati Roy; “Hiçbir zaman tek bir hikâye olmaz. Sadece görme biçimleri vardır,” diyor; doğrudur da. O görme biçimine ağanlar, orada yeni bir bakış kazananlar yazımın aurasını oluşturur.
Yani karşıma çıkan bir durum, bir olayın çağrıştırdıkları, yeni bir görüşün/bakışın yorumunu getirir. Buna odaklanır, düşünürüm.
Kime, neye dair olduklarını dile getirirken; anımsananlara, çağrışımla gelenlere de dönerim yüzümü. Elbette ki okuduklarıma döndüğüm de olur sıklıkla.
Biri ötekini buluşturur. Yan yana gelişlerini sağlayan “neden” bu süreçte ipekböceği kozası gibi kendi içinde örülmeye başlar.
Bir dokunuş, bir ısı (ki, bu acıdan, kederden ve sevinçten gelenlerdir çoğu kez) beklerim. Dahası o düşünce/duygu ipiltisi kendini buna göre ayarlar.
Burada tümlenmeye başlayanları bir töze dönüştüren bakışımın da adım adım biçim aldığını görürüm. O nedenle sürekli defterim kitabım açık, kalemlerim yanıbaşındadır her birinin.
Yapıbozucu gibi çalışırım bu süreçte. Eklemeler çıkarmalar yaparım. Ama çiziktirmeler, karalamalardan çokça da sakınırım.
Daha dün, bir bekleyiş anında, çantamdan çıkardığım yeni bir defterime yazmaya başladım:
“Bir Cümleyle Başlamak”… Sonrası geldi. Öyle ki, günlerdir Flaubert okumalarının notlarını hatırlayarak yazıyordum.
Yazmaya başlamadan önce
Yazıevime adımımı atınca, bir işçi gibi giysilerimi çıkarıp yazı/ev giysilerimi giyiniyorum. Okuyup yazarken dışa ait hiçbir şey, renk/koku beni sarmasın; bir de gün içinde gezindirdiğim o giysileri üzerimde hissetmeyeyim. Suda arındıktan sonra, daha rahat, tenimi okşayan şeyleri giyiniyorum.
Sonrasında ise ritüellerim başlıyor. Gündüz çalışıyorsam eğer ışığın masama düşmesini isterim. Ki, çalışma masalarımın düzenini hep pencerelerden gelen ışıkları göre kurmuşumdur. Bunun için pencere kenarlarını seçerim.
Geceye adım atıyorsam, masa lambam beni gözetim altına almamalı. Soft ışığın rengini ötemde tutarım.
Masabaşına geçtiğimde ne/ler yapacağım bellidir aşağı yukarı. Oyalanmayı asla sevmem, aylaklığa çağrıdır bu. Bir g ün öncesinden yaptığım çalışma seyir listeme göz atarım. Bunların araç gereçleri (kitap/defter/kalemler/not kâğıtları, vb.) beni sıralı bekliyordur. Burada kendimi bazen ameliyata girecek neşteri elinde hekim, bazen de proje çizimine başlayacak bir mimar gibi hissederim. Yazarak/notlar alarak çalıştığım gibi çizerek de sürer bu yolculuğum.
Okumalarımı mutlaka öne alırım, yazmak sonra gelir. Ki not alarak okumak ise bir ön çalışma gibidir benim için.
Müzik olmazsa olmazımdır. Seçerim. O ânın, havama göre… Klasik müzik dinlerim çoğunlukla… Çokseslilik her zaman ilk adımım olmuştur.
Kuşkusuz çay vazgeçilmezlerimdendir.
Yazmak gitmek, karşılaşmaktır.
Bir söze, bir imgeye, düşe/düşünceye yönelmektir. Bu anlamda eylemlilik içinde yazarsınız. Bir yanınız sizi içe çekse de, diğer yanınız dıştadır sürekli. Yazma eylemini sürekli kılanların münzeviliği de bundandır sanırım. Yarattığı alanla barışık olarak yaşarlar. Ama gitmeye karar verdiklerinde ise gezgin yanlarını gözleriz.
Biraz böyle yaşar, hisseder, hayatımın patikalarını bu rotaya göre çizerim. O nedenle kapımı çok kimseye açmam. Çalışma mekânım benim “mabedim” gibidir.
Ne/yi anlatmak istiyorum?
Birçok türde yazdığıma göre, anlatmak istediğim ne çok şey var diye düşünürüm. Öncelikle bunu söylemeliyim. Bu salt meraklı olmamdan gelen bir şey değildir, birçok şeyin keşfine erken başlamamdan diyebilirim. Bunu “ilk aşk”tan tutun yazıya, resimden müziğe, edebiyattan sinemaya, tarihten bilime… diye uzatabilirim…
Her birinin keşfine çıkarken edindikleriniz, gittikleriniz… Sevinç ve hayal kırıklıklarınız, yaşadığınız acılar özlemler… İşte bunlardır sizde anlatma bilinci, belleğini oluşturan. Elbette vicdan duygunuzu da geliştiren…
Hayata bakma biçiminiz, yaşama felsefeniz böyle böyle oluşunca anlatmak istedikleriniz çoğalıyor. Kendinize yarattığınız algı alanı (savanı derim ben buna çoğunlukla), görme biçimleriniz bakışınızın dokunduğu her bir şeye dair söz biriktir sizde.
Benim yazı yolum/yolculuğum böyledir biraz.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (7 Mayıs 2019)