Söyleşi: Gönül Ekici
Uzun yıllar Ankara Üniversitesi’nde Türk Dili Bölümü Başkanlığı yapan ödüllü yazar Kemal Ateş’in yeni kitabı Kendi Diliyle Kavrulmak, Bilgi Yayınevi etiketiyle çıktı. Kemal Ateş’le yeni kitabı ve dil konusunda yaşadığımız sorunlar üzerine bir söyleşi yaptık.
Merhaba, öncelikle kendinizden bahseder misiniz?
Nereli olduğum sorulduğunda bazen muzipliğim tutar türkü adları veririm: Sarı Yazma, Acem Kızı, Zahide’m… Bitmez bizim türkülerimiz… Cahildim Dünyanın Rengine Kandım, Bahçe Duvarını Aştım, Köprüden Geçti Gelin… Bu türküler hangi topraklarda doğduysa ben de orada doğdum derim. Genellikle tahminler tutar, Kırşehirli olduğum anlaşılır. Modernitenin otantik olanı ezdiği bir dönemde ortaya çıkan Abdal müziğinin büyük ustalarını, Muharrem Ertaş’ı, Çekiç Ali’yi, Neşet Ertaş’ı köyümüzde ezilme pahasına girdiğim kalabalık düğün evlerinde dinlediğimde dört-beş yaşlarındaydım. Ceviz ve bozlak diyarıdır bizim oralar. Kırlıktır… Acıklı öykülere ilgimde bozlaklarımızın payı olduğunu düşünürüm, şu dünyada ne acılar yaşandığının ilkin bu bozlaklarla farkına vardım. “Kırlık” ile “kıtlık” arasında kökensel bir bağ var mı bilemiyorum, ama kırlık kıtlığın anası, coğrafyasıdır. Geçmişte yaşanan kıtlıklar anlatılırdı çocukluğumda, insanların “kıtlık taşı” yediğinden söz edilirdi, sanki bolluk hiç gelmiş gibi… O yokluk kıtlık içinde o güzelim türküler nasıl ortaya çıktı şaşarım. Uzun süren düğünlerimizin bunda payı büyüktür… Günlerce çalıp oynanır, içilirdi düğünlerimizde, kimse karışmazdı. Örtünmek deyince kadınlarımız tülbentten ötesini bilmezlerdi… Dedim ya kırlıktı, toprak doyurmadı insanları. Ankara’ya göçtüğümüzde, yani “toprak kovgunu” olduğumuzda ilkokul 5. sınıftaydım. Abidinpaşa İlkokulunu bitirdim, sonra Ankara Atatürk Lisesi, sonra DTCF… İki yıl edebiyat öğretmenliğinin ardından, bir sınavla mezun olduğum fakülteye öğretim elemanı olarak atandım. Doktoramı Ankara Üniversitesinde yaptım. Yazarlığımı destekleyecek bilimsel çalışmalarla uğraştım, sonra bilimden soğudum, üniversitede kimin ilgisini görmek istiyorsanız, ona “atıf yaparak” yürütülen bilimden soğudum. Yazarlık daha ağır bastı. Çürük Kapı, Toprak Kovgunları, Bir Şarkıyı Dinlerken, Küskün Fotoğraflar gibi roman ve öykülerimle Lions, MAY, Edebiyatçılar Derneği, PEN-Orhan Kemal Ödüllerini kazandım. Bu yapıtlarımı Veresiye Defteri, Bir Başka Şehir, Neşter ve Madalya gibi romanlar ve başka ödüller izledi. Dille ilgili denemelerimden de söz edersek bu liste epeyce uzar. Yirmi yıl kadar Ankara Üniversitesinde Türk Dili Bölümü Başkanlığı yaptım, şimdi emekliyim.
Kendi Diliyle Kavrulmak isimli kitabınız Bilgi Yayınevi etiketiyle yayımlandı. Böyle bir kitap yazma fikri nasıl oluştu?
Dilbilim okudum, edebiyat okudum, mesleğim olmasına karşın dil üzerine kitaplar yazmak niyetinde değildim. Romanlar, öyküler yazmaktı benim derdim. Ancak, dünyanın hem en talihli dili, hem de en talihsiz dili saydığım Türkçeye haksızlıklar yapıldığını gördüm gene, Osmanlının “lisan-ı avam” aşağılaması yeniden canlandı sanki. Bir kavgada bir taraf haksız yere dayak yer, dayanamaz siz de girersiniz kavgaya. Öğretemediğimiz Türkçe, Türkçem Mahzun Ben Mahzun, Dil Hurafeleri ve son olarak Kendi Diliyle Kavrulmak böyle ortaya çıktı.
Kitabımın adından da anlaşılacağı gibi, zaman zaman kendi dilimizden bir uzaklaşma yaşanmıştır bizde. Bu Osmanlı döneminde yüzyıllarca sürdü ve Türkçeye çok büyük zararlar verdi, binlerce Türkçe sözcük yok edildi. Bizim tarihimiz ölü sözcükler mezarlığı, coğrafyamız yarı ölü sözcükler mezarlığıdır. Adeta dil dışı bırakılmış bir dil yaratıldı. Nedeni de kendi dilimizle kavrulmayı bilmemek.
Dil üzerine önemli çalışmalar yapmış biri olarak, dilin kişiliğimiz üzerindeki etkileri, dil ve yazın, dil ve yaratıcılık ilişkisi üstüne neler söyleyebilirsiniz?
Aydınlarımız dil üzerine çok konuşup tartışır da, ama şu Piaget’yi bir açıp okumazlar. Dil-insan, dil-çocuk ilişkisi çok karmaşıktır, çocukta, insanda kavram oluşması çok karmaşık bir süreçtir. Sözcükler ezberleyerek kavram oluşmaz insanda. “Konuşma” nedir biliriz de, şu “ben merkezci konuşma”, “içinden konuşma” nedir, insan kişiliği içindeki, insandaki dil gelişimi içindeki yeri nedir, pek bilmeyiz. Bizler “ben merkezci konuşma”, “sessiz konuşma” süreçlerini anadilimizle yaşıyoruz, anadilimizle kavram oluşturuyoruz. Bu nedenle anadilimizle daha iyi düşünür ve daha yaratıcı oluruz, öğrendiklerimizi daha iyi özümseriz. Şu İngilizce eğitim dedikleri, Tarzanca eğitimdir aslında.
Üzerinden 80 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen Cumhuriyet devrimleri arasında hâlâ en çok tartışılan devrimlerden biri olan Dil Devrimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu ülkede yapılan güzel şeylerden söz etmek istediğinizde, doksan yıl önce, seksen yıl önce diye başlayacaksınız söze. Son iki yüzyılda Doğu toplumlarının en büyük iki sorunundan biri yazı sorunu, biri de kadın sorunu idi. Atatürk ikisine de el attı. Bizi Türkçeye uymayan alfabeden kurtardı. Türkçe ünlüleri bol bir dildir, Arap yazısında ünlüleri gösterecek üç harf vardır. Şimdi Latin yazısıyla sıralayacağım şu harfleri, bir ilkokul öğrencisinin yazıvereceği şu harfleri (a,e,ı,i,o,ö,u,ü) Arap yazısıyla yazamazsınız, bilenlere sorun isterseniz, size bir sürü hikâye anlatırlar, yazamazlar. Yazı sorunu Cumhuriyet’ten önce en az 70 yıl tartışıldı, arayışlar uzun sürdü, bu işi Atatürk bitirdi. Geçmiş hamaseti, ecdat yadigârı hamaseti yapanlar, şunu bilsinler ki, geçmişin bütün yapıtları yeni yazıya çevrildi, ama okumuyorlar, sadece hamasetini yapıyorlar. Bugün üniversitelerimizden Osmanlıca bilerek mezun olan öğrenci sayısı yaklaşık 70.000 kadardır; Osmanlı, Osmanlı yazısını her yıl bu kadar gence öğretebiliyor muydu acaba? Osmanlıca okuyanlara alanlarıyla ilgili bir iş veriliyor mu? Cumhuriyet’in ilk yıllarında okuryazar oranı yüzde altı idi. Atatürk eğitim seferberliğini yazı devrimiyle başlattı, doğru da yaptı. Devrimlere hep karşı çıkan bir kesim oldu, buna da karşı çıkıyorlar; ama Türkçenin bugün geldiği yere bakın, o karşı çıkanların da kullandığı dile bir bakın, devrimin başarısını görürsünüz.
Sizce yazarlar dili doğru ve etkili kullanmada yeterince duyarlı davranıyor mu?
Her yazardan elbette aynı başarıyı bekleyemeyiz. Ben yazarlarımızı Türkçe açısından ikiye ayırıyorum. Bunu örneklerle, adlarını vererek kitabımda yazdım. Bir, sözlüklerle yetinen yazarlar var, bir de sözlükleri zorlayan, sözlüklere yeni sözcükler katan yazarlar var. Siyasette de Ecevit yapmıştır bunu. Ben ikinci öbektekileri daha çok sevdim, onlar gibi olmaya çalıştım. Her iki öbektekilerin adlarını kitabımda yazdım.
Kitabınızda da sıkça dile getirdiğiniz üzere, Türkçeyi kullanırken farkında olmadan kelimelere farklı anlamlar yükleyip kullanıyoruz. Bu sıkıntı sadece yabancı sözcükler için değil, Türkçe kelimeler için de geçerli. Aynı sorun yazılı ve görsel basında da görülüyor. Bu sorunların önüne geçmek için ne yapılabilir?
Somut bir örnek verseydiniz sorunuzu sanırım daha doğru yanıtlardım. “Performans” sözcüğü aldı başını gidiyor, canlısı, cansızı da varmış. Özellikle deyimler kötü kullanılıyor basında, yanlış deyim ve sözcük seçimleri yapılıyor. “Dün Mersin bir cinayete daha ev sahipliği yaptı” örneğinde olduğu gibi… “Görevli” ile “yetkili”yi basınımız birbirinden ayıramıyor. Önüne nasıl geçilir? Liyakat ile geçilir, basınla ilgili kurumlar Türkçeyi iyi bilen, dili, edebiyatı bilen elamanlar çalıştırmalılar.
Kitabınızın iç kapağında dikkat çeken bir alt başlık var: “Bir İlan Parasına Satılan Aydınlar…” Kimlerdir bu aydınlar?
Yassıada mahkemelerinde bir savcı bu sözlerle azarlar ünlü bir dil profesörümüzü. İmlamızı en çok karıştıran hocamızın kişilik özelliklerini bu mahkeme tutanaklarında buldum.
Okurlarınıza tavsiyeleriniz nelerdir?
Okumak diyeceğim, bol bol okumak… Neden okumak? Birçok nedeni var. Yalnızca biri… Bizim iki türlü sözdağarımız (sözvarlığı) var:1) Etkin (aktif) sözdağarı. 2) Edilgin (pasif) sözdağarı. Dilin asıl varsıllığı her zaman kullanamadığımız, pasif sözdağarındadır. Yazarlar dildeki bu varsıllığı ortaya çıkarırlar, dildeki edilgin sözcükleri karşımıza çıkarırlar. Okumazsanız geldim, gittim gibi aktif sözdağarı içindeki sözcüklerle yetinirsiniz, diliniz gelişmez.
edebiyathaber.net (13 Mayıs 2019)