Köhne minibüsün kenarına derme çatma yerleştirilmiş sıranın en köşesinde oturuyorum. Ağır bir müzik çalıyor, müzikten yayılan hava minibüsteki ağır kokuya karışıyor. Karşımda üç yaşlarında küçük bir çocuk, babasının kucağından bana bakıyor. Gözlerinin derinlerinde kendi siyah gözlerimi görüyorum; bana verilenleri, ondan esirgenenleri, bana sunulanları, ondan sakınılanları.
Gece inmek üzere. Tıklım tıklım minibüsteki iri gözlü güzel çocuk hala bana bakıyor. Başımı önüme eğiyorum, utanıyorum. İstiklal caddesinde bana mendil uzatan minik, nasırlı elleri hatırlıyorum. Minibüsteki çocukta, gözleri gözlerime dokunan çocuğu görüyorum. Boğazım düğümleniyor. Tükürüğümü yutamıyorum. Ellerine bakıyorum çocuğun; pembe, yumuk ellerine. Elleri yanmış çocuğu hatırlıyorum. Sokağın bir köşesinde yere oturmuş. Önünde bir tartı. Günahlarımı tarttırmak istiyorum. Çocuk yüzü yüzüme değiyor, saçsız başı önüne düşüyor. Daralıyorum. Hava ağır, yanık kokuyor. Gözüm çocuğun ayakkabılarına takılıyor. Bir çift eskimiş küçük kundura. İçindeki melek ayakları düşünüyorum. 10 yaşındaki o çocuğu hatırlıyorum. Kanalda boğulan, cansız bedeni dirseklerinin ve dizlerinin üzerinde, suyun dibinde öylesine yatan. Hiç kıpırdamadan. Midem bulanıyor.
Radyodan tiz bir ses yükseliyor. Herkese benziyor bu ses. Çocukluğumda alnıma sürülen kana, babamın gece içindeki yalnızlığına, annemin acılarına, ablamın kaybettiği anasına, abimin sararan gözlerine, sevgilimin hırsa yenik düşen saflığına, yaşamın terk edişine, bir sabah vakti kıyıya vurmuş cansız bedenin son yaşam çırpınışı diye eline doladığı ipe, siyah saçlı siyah gözlü kızın kucağından indirmediği kazağı ıslatan göz yaşlarına. Bu ses herkese benziyor. Yağmur kokuyor. Ben alışık değilim Mayıs’ta yağmura. Binaların bacalarından çıkan dumanla kararmış cepheleri göğe yükseliyor. “Çirkinler. Hep çirkinlerdi” diyorum. Tırlar, kamyonlar, arabalar, atlı arabalar, bisikletler, motosikletler, üzerinde insanlar, içinde insanlar, kenarında insanlar. Koşturmaca, koşuşturmaca. Nereye? Biliyorlar mı nereye?
Dün sabah, bir simitçi dükkanının önünde gördüğüm bir grup çocuğu hatırlıyorum. Elleri yüzleri düzgün. Salmışlar bol hocalı, bol testli, bol sıfırlı etüd merkezlerine. Aynı sabah, o simitçi dükkanının önündeki bir grup çocuğun arasından geçen başka bir çocuk. Eli yüzü kara, kir içinde. Bir elinde sırtına vurduğu bir torba, diğer elinde siyaha boyanmış bir çift kundura. Salmışlar bol boya kokulu, bol çivili, bol pençeli bir ayakkabı tamirhanesine.
Bazıları şanslı doğar diyorum, ben de peşinden gidiyorum. Giderken de tereddüt etmeden kesip atıyorum pahalı arabanın içindeki genç kadının kafasını. Altınla dolu bir boyun yaşamdan daha ne bekleyebilir ki?
Tabi ya bir de seni düşünüyorum farkında olmadan. Bir boşluk anımda araya giriveren kara gölgen – ki kara değilsin bilirim- yine dağların ve bacaklarıma batan dikenlerin anılarını salıyor burnuma.
Telefonun tuşlarına basan parmaklarım yok artık; kırıldılar. Aslında gözlerim de eskisi gibi bakmıyor yaşama. Çoktan unuttum Pelagia ve Antonio’yu ve mandolinin sesini. Kemanından çıkan Bach tınılarını gerçekten anlamamıştım. İnanmadın. Nerden bileyim. Ben o zaman denizin maviliğine ve yaklaşan son saatlerimize dalmıştım.
Gün uzaktan batıyordu. Ben mi terk etmiştim seni, yoksa terk mi edilmiştim? Hala muamma. Geçici çözümlerin getirdiği süreli mutlulukları tattı yüreğim. Süreli mutlulukların zincirleme reaksiyon oluşturması için değil miydi tüm çabamız? Sen buldun, ben buldum, sen kaybettin, ben yok ettim güneşin hiç batmadığı bir imparatorlukta kendimi, seni, bizi.
Eve atıyorum kendimi. Bütün dünyanın kiri elime bulaşmış gibi. Yıkıyorum, yıkıyorum, yıkıyorum. Çıkmıyor. Kalbim çarpıyor, başım dönüyor.
Müge Koçak kimdir?
1970 doğumlu. MÜ İşletme bölümü mezunu. Adana’da yaşıyor. Uzun bir süre Yaşam Dersleri sitesinde yazarlık yaptı. Halen kendi blogunda kitap incelemelerini, çevirilerini yayınlıyor. Öykü yazmaya devam ediyor. Üzerinde çalıştığı bir öykü kitabı, kurgu rock’n roll hikâyeleri ve çocuklar için hikâyeleri var.
edebiyathaber.net (14 Mayıs 2019)