Tren Öyküleri kitabının yazarları anlatıyor

Mayıs 15, 2019

Tren Öyküleri kitabının yazarları anlatıyor

Hazırlayan: Meltem Dağcı

Melih Yıldız’ın editörlüğünde hazırlanan Tren Öyküleri” Yitik Ülke Yayınları etiketiyle yayımlandı. 26 yazar, farklı kalemlerle ele aldığı öykülerle vagona bindiler. Birbirinden güzel tren yolculuğunun hikayeleri bekliyor bizleri.

Yazdığınız tren öyküsünün hikayesini/yazım sürecini bizimle paylaşır mısınız?

Atilla Yaşrin: “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir. “ der Tolstoy. Bu söz bana inanılmaz bir şekilde şiirsel gelir. Önceleri çok düşünmezdim, sözün tazyiki dökünür geçerdi; ama bir süre sonra ciddi ciddi üzerinde düşünmeye başladım. Bağlamın alegorisinin dibinden geçen nehrin benim için edebi metni üste besleyen yegâne şey olduğunu gördüm. Yol ve yolcu; hüzün ve sevinç… Ya bir yerden kaçarsın ya bir yere sığınırsın. Ya birinin gözlerinden gidersin ya da birinin gözlerine gidersin. Bazen de bağlı ayakların çığlığıdır, şiir gibi.Bir kelimenin alegorisini anlamın en güzel ve etkili yolu, toplumun hafızası olan kültürel öğelere ve folklorik unsurlara bakmaktır. Yaranın derini, izin kalını oralarda duruyor. Çeyrek asır geriye gidersek yolun eşittir gurbet olduğunu görürüz. Anadolu’nun hafızası ayrılık ve kavuşmayı, gurbet gibi insanı hüzne boğan bir kelimeyle hatırlatır. Sılayı işlerken kültürel motif olarak da atı, güvercini ve treni kullanmıştır ve bunların ötesi dağı. Taş bağırlı dağların çevresinden dolanan tren, patikalarla söyleşe söyleşe geçtiği her yerde ya ateşi körükledi ya da su döküp harı soğuttu. Gözyaşlarının her halini en iyi gar taşları bilir, birini beklememenin derin boşluğunu da. Koşullar ne olursa olsun, zaman kendi hüznünü ve sevincini bilir ve acısını bize kendi diliyle taşır.  O dili,  güncelleyerek çağdaşına edebi metinler öğretir. Treni, bu günkü haliyle tanıyan gençler o alegoriyi okuyamıyor veya yeterince bilmiyor. Sanat ürünleri, yokluğun görüntüsüdür, o yokluk veya yoksunluğu görünür kılınmak için bir öyküyle katkım olsun istedim. Tema tren olunca deyim yerindeyse keçiyolunu takip etmek için Anadolu’nun hafızasına gittim. Hikâyelerimi oluştururken patikaları takip etmeyi daha çok seviyorum. Oralardan geçen insanların çalılarda kendilerini nasıl kanattığını görürüm, çoğu zaman yaralarından düşen kabuklarına rastlarım. Her zamanki gibi kendisini yazdıracak olan gelip beni buldu. Meğer o daha önce benden düşenlerle zenginleşip yolumun üstünde beni bekliyormuş.

Ayşegül Kocabıçak: “Yola çıkmak değil yolda olmak marifet, yolda yol için bulunmak. Her yolda bir parçanı bırakmak, bölünmek… Bölündükçe tamamlanmak.”Tüm öykü bu cümleyle başladı aslında. O sıralar kafamda buna benzer cümleyle dolanıyor ve bunun er geç bir öyküye evirileceğini bilip, sakin sakin yolunda olgunlaşmasını bekliyordum. Melih’in güzel daveti üzerine önce yol, yolda olmak sonra tren, Kars ve iki sevgili ve Orhan Pamuk, hepsi öykünün büyülü dünyasında hemhal olup karıştı ve ortaya bu öykü çıktı. Yazım süreci de zor olmadı. Bir süredir beynimi gıdıklayan “yol”lu cümleleri öyküye dökmek için tren teması bahane oldu aslında. Ben yazmaya başladığım gece bitirdiğim öyküleri demlenmesi için bırakırım. Aynı gece sonu gelmiyorsa, toparlanamadan ürkek ve dağınık kalmışsa silip atmakta hiç tereddüt etmem. Bu öykü de, iyi ki yazmaya başladığım gece bitti ve sonra bekledi, demlendi ve sonra birkaç tekrardan ve düzeltmeden sonra bu hale geldi ve birbirinden değerli kalemlerle aynı seçkide yerini aldı.

Batıkan Köse: “299 Numaralı Kompartımandan Sanrılar” adlı öykümün çıkış noktası  uyumsuz bir çiftin evliliklerini kurtarma tatiliydi. Kahramanımız kıskançlığıyla derin bir sanrıya yakalanacak, anılarıyla ve sanılarıyla yüzleşecekti. Tren bunun için çok iyi bir mekan oldu. Çünkü raylar geri dönüşe izin vermez. Kaçışsızdır. Aynı sanrılar gibi. Kahraman rayları takip ederek, istasyonları (yani sanrıları) bir bir atlatarak hislerini boşaltmalıdır. Kompartımanlar aynı zihnin katları gibi sürekli saklı bir anıyı ortaya çıkarırken sözcüklerin çağrışımları da olay örgüsünü inşa eder. Öykümün merkezindeki bu olay örgüsü ancak plansızca ve sözcüklerin oyunlarıyla kurulabilirdi. Oyunları, çağrışımları ve trenin başka hiçbir yöne sapmayan raylarının kararlılığıyla “299 Numaralı Kompartımandan Sanrılar” yazma süreciyle güzel anılar bırakan bir öykü oldu.

Emrah Ateş: Kafamın içinde tren düdükleri öttüğü günlerden bir gün arkadaşlarımdan biri arayıp Haydarpaşa Tren Garı’nın içinde bulunan meyhaneye çağırdı. Oturduk içtik, sohbet ettik. Kitaptaki “Sürekli Dinlenen” öyküsünü okuyanların da bildiği gibi öykü bu meyhanede başlıyor. O gün orada bulunmak ilham verdi bana ve en azından öykünün başlayacağı yeri bulmuş oldum. Bu da bir öykü için en önemli aşamalardan biri. Sonrası nasıl oldu dersen orası biraz hayal meyal. Yazmaya başladığım dosyaları defalarca açar okur bir şeyler ekler ve/veya silerim. Bu rutin süreçlerimden biri. Sonrası da öyle oldu zaten. Okuyucunun karşısına torununa tekrar tekrar hayat hikayesini anlatan bir adamın hikayesi, “Sürekli Dinlenen” çıktı.

Ethem Baran: Çocukluğum tren ve istasyonlardan uzak bir bölgede geçti. Ama okuduğum çizgi romanlar ve izlediğim filmlerin etkisiyle olmalı, trenlere hep ilgi duydum. Resimle uğraştığım ve ressam olmak istediğim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda trenleri, istasyonları çok gizemli ve büyülü bulurdum. Henüz ortaokul öğrencisiyken bir çizgi roman hazırlamıştım ve orada bol bol tren resmi çizmiştim. Tabii bunlar okuduğum çizgi romanlardan ve ansiklopedilerden yararlanarak çizdiğim resimlerdi. Yine aynı yıllarda, yaz tatillerinde bir matbaada çırak olarak çalışırken iş gereği ilçeye gitmem gerektiğinde çok sevinmiştim çünkü orada tren vardı. Saatlerce beklememe rağmen tren gelmemişti ve ben en azından istasyonu görmenin heyecanıyla yetinmek zorunda kalmıştım. Bunu da Dönüşsüz yolculuklar Kitabı’daki “Uzak Yakınlıklar” adlı öyküde anlatmıştım yıllar yıllar sonra. Üniversite öğrenimi için Ankara’ya geldiğimde günlerce tren istasyonlarını dolaşıp resimlerini çizdiğimi hatırlıyorum. Artık trenlere kavuşmuştum ve her gün ev ile okul arasında trene biniyordum. Demiryollarını hep estetik ve büyülü bulmuşumdur. Bu yüzden olsa gerek yıllar önce okuduğum bir gazete haberini kesip saklamıştım. Haberde, doğu illerimizden birinde, demiryolu işçilerinin kış aylarında kilometrelerce yürüyerek yolu kontrol ettikleri, ellerindeki kürekle rayları temizledikleri yazıyordu. Öykü gelip bulmuştu beni. Sonsuz beyazlıkta ve soğuğun tam da kalbinde elinde kürekle bir başına yürüyen bir adam… Yıllarca kafamda dolaştırdım bu öyküyü, notlar aldım, bu adama bir hikâye bulmaya çalıştım. Daha önce notlarını aldığım susuz bırakılmış güvercinlerin hikâyesi vardı elimde, onu da bu öyküye kattım. Öykü kahramanına da bir hikâye bulunca yola çıkmaya hazırdım artık. Ailesinde demiryolcu olan arkadaşlarımla konuştum, konuyla ilgili araştırmalar yaptım, tezler, kitaplar okudum. Sonunda ortaya “Kar Yanığı” çıktı.

Gündüz Öğüt: Zaman içinde yazdığım öykülerden biriydi Delibaşlar Tiyatrosu. Seçki için uygun olduğunu düşündüm. Ankara’da doğdum, Gazi Mahallesin’nde büyüdüm. Evimiz ve mahallemiz demiryoluna ve istasyona çok yakındı. Mahalle çocuklarıyla birlikte boş zamanlarımızı demiryolunun kenarındaki Atatürk Orman Çiftliği (bir zamanlar) tarlalarında ve tren raylarında geçirirdik. Öykü, o yıllarda yaşadığım olaylar ve kişileri dokuz – on yaşındaki çocukların bakışından anlatıyor. Öykü günümüzde fazla rağbet görmese de edebiyatın amiral gemisidir bence. Bu tip seçkiler çok yararlı ve kalıcı bir öneme sahip.

Gürgen Öz: Öyküyü iki-üç gün düşünüp sonra bir gecede yazdım. Tren, seyahat ve yolculuk beni çok heyecanlandırıyor. Özellikle bilinmeze yolculuk. Öykü her şeyi geride bırakıp yepyeni bir hayata başlayan bir gençle alakalı. İçinde yalnızlık, cesaret, burukluk, terk edişler, fikir çatışmaları, isyan, yeni başlangıçlar, heyecan gibi duygular barındıran kısa bir öykü.

Mehmet Fırat Pürselim: Çocukluğum Haydarpaşa’dan kalkan İzmit-Adapazarı trenlerinde geçtiğinden trenler benim için hem kavuşmaların hem de ayrılıkların aracı olmuştur. Çocuklukta herkes futbol oynar ve en kötüler defanstan öteye bile çıkamazdı. İşte ben de orta sahayı geçemeyenlerden biri olsam da, futbolu her zaman sevdim. Siz buna platonik sevda da diyebilirsiniz. Akılsız Sokrates’e ismini veren bir futbolcunun takımdan ayrı serbest koşularını anlatan öykü diğerlerine çalım atmaya çalışan bir metindi. Futbol ve edebiyatın harmanı, kaçak çay misali okurun ağzında hoş bir aroma bırakmış olmalı ki, zaman zaman kendi hikayelerini anlatanlar oldu. İşte Tren Öyküleri’ndeki İlgi de böyle ortaya çıktı. Avukatlıktan hâkimliğe geçiş yapan bir arkadaşım, Ankara’daki hâkimlik stajı sırasında kırklı yaşlarda yeniden öğrenci olmuş, misafirhanede kalmaya başlamıştı. Gecelerin öğrenci yurtları misali uzun sohbetlere dalarak, anıları ortaya saçarak geçtiğinden bahsediyordu. Eşi ve çocukları İstanbul’da yaşadığından evine geldikçe görüşüyorduk. Bir gün çay içerken, tam senin kalemine uygun diyerek çocukluğunda Muş’tan kaçarak Galatasaray’a futbolcu olmaya gelen şimdinin hâkim namzedi misafirhane arkadaşının anısını anlattı. Bu tip şeyler her yazarın başına gelir ve muhtemelen anlatılan yüz hikâyenin biri bile yazılmaz. Ya hikâye yazara uygun değildir ya da yazar hikâyeye. Ama bu sefer daha arkadaşımdan dinlerken, beynimdeki kalemin harekete geçtiğini fark ettim. Metnin üzerinde çalıştığım sıralarda ortakemek kitabımızın hareket şefi Melih Yıldız, henüz proje halindeki tren öykülerinden bahsedince İlgi’nin de lokomotife bağlanabilecek bir kompartıman olabileceğini düşündüm. Öyküyü tamamladıktan sonra arkadaşım vasıtasıyla, okuması için gerçek hayattaki kahramanına gönderdim. Arkadaşımla sonraki buluşmamızda gerçek kahramanın öyküyü çok beğendiği ama Muş’tan İstanbul’a otobüsle gittiğini bunun gerçeklere aykırı olduğu yönündeki notunu aldım.  Edebiyat bir yönüyle iyi uydurabilme sanatıdır, dışarıda akan yolu izlerken kurulan hayaller en güzelleridir, otobüs, uçak, gemi telaşenin aracıdır, trense durgun akan zamanların; tren öyküleriyse ‘Hayır ağlamıyorum gözüme trenin dumanı kaçtı,’ denilen inceliklerin anlatımıdır.

Mehmet Ünver: Çocukken ailemle Doğu’ya yaptığımız bir tren yolculuğunu anlattım bu öyküde. Yazarken o günlere gidip, o trendeki uzun ve heyecanlı seyahatimizi tekrar yaşadım.

Melih Yıldız: Öykülerimi hayatın içindeki olaylardan etkilenerek yazarım. Sokaklarda gezerken, iskelede vapur beklerken, trende yolculuk yaparken… Tren Öyküleri kitabında yer alan ‘’08.10 Treni’’ adlı öykümün konusu da tamamen hayatın içinden. Ancak 08.10 Treni adlı öyküm birkaç farklı olayın bir araya gelmesiyle oluştu. Üniversiteye hazırlandığım yıllarda dershaneye hep Güzelyalı istasyonuna gelen 08.10 treni ile giderdim; trene, varlıklı ailelerin evine giden temizlik işçisi kadınlar, elleri yara içindeki tersane işçileri, okula veya benim gibi dershaneye yetişmeye çalışan öğrenciler binerdi. İşte bu trene binen insanların da birbirinden farklı hikâyeleri vardı ve ben de bu insanları her gün gözlemliyordum. Sonrasında ise trenlerin uzun bir süre seferleri durduruldu ve her gün gördüğüm yüzleri göremez oldum. Trenlerin de yerini halk otobüsleri aldı. Böylece hikâyelerime konu olacak olan olaylar halk otobüslerinde devam etmeye başladı. Öykümün ana kahramanı olan Gülen Adam’ı da Kadıköy’den bindiğim 130Ş otobüsünde tanıdım. Etrafındaki insanlara aldırış etmeden sürekli gülüyordu; kimi onun gülmesine tebessüm ediyor, kimi ise öfkeleniyor, kimi de öfkesini kontrol edemeyerek ona karşı fiziksel müdahalede bulunmak istiyordu. Bu adam çok ilgimi çekti ve mutlaka onun hikâyesini yazmalıyım diye düşündüm. İlginçtir ki bir gördüğünüz yüzü tekrar görebilme olasılığınızın düşük olduğu İstanbul’da,  130Ş otobüsüne ne zaman binsem Gülen Adam’ı görmeye devam ettim. Her karşılaşmamızda ise onun diğer insanlarla yaşamış olduğu diyaloglar benim zihnimde farklı farklı hikâyelerin canlanmasına sebep oldu. İşte 08.10 Treni’ndeki öykü de benim zihnimde canlanan hikâyelerden yalnızca biri. 130Ş treninde karşılaştığım Gülen Adam’ı, 08.10’da Güzelyalı istasyonundan kalkan banliyö trenine bindirip, yıllarca gözlemlediğim trenin diğer yolculuklarıyla buluşturunca bu öykü ortaya çıktı.

Nihal Yormaz: Bir kadın öyküsü aslında Üçe Bölük. Bir trende başlıyor ve yine aynı trende bitiyor. Sondan başa doğru bir akışı var. Belki kadın olduğum ve kadınları iyi anladığım, onları iyi gözlemlediğim için kadın hikâyeleri anlatmayı çok seviyorum. Ya da belki de henüz bir erkek hikâyesi anlatmaya hazır olmadığım için kadınları anlatmayı seçiyorum bilmiyorum ama bildiğim çok iyi bir şey var ki o da her öyküde yeni bir şey denemenin bana kendimi yeniden doğmuşum gibi hissettirdiği. Üçe Bölük’te içimde yepyeni bir kadın doğdu mesela. Hayatını, sayıların etrafına ördüğü görünmez bir duvarın ardında yaşamaya çalışan bir kadın. Bu öyküyü yazdığım dönemde sayıların gizemli dünyasıyla sıkı bir iletişim halindeydim ve numerolojide kader sayımın üç olduğunu öğrenmiştim. Tam öyküyü yazacağım dönemde kader sayımla ilgili öğrendiklerim de beni ilk kez bir öyküde sayıları birer sembol olarak kullanmaya itti. Bu öyle güçlü bir itişti ki kendimi aklıma gelen tüm sembollerden bir harman yapmaya çalışırken buldum. Ve bu gayret beni antik Roma ve Yunan mitolojisinin eteklerine kadar sürükledi. Zeus’a sütannelik yapan İda’nın ilk aşkının adının Alba olması tesadüf değil yani. İlk aşk doğurganlığı simgeliyor ve İda kendini, kadınlığını ilk kez Alba ile tanıyor. Sonraki aşkları Budun ve Deniz karakterleri ise İda’nın Kazdağları’ndan esen rüzgârlı mizacındaki bambaşka noktalara işaret ediyor. Budunla sıcak bir çay bardağının etrafında iki kişilik bir kavim kurarken Denizle özgürlüğün dayanılmazlığına kapılıyor. Öyküde her başlangıç ve bitiş arasında üç sayısıyla ilgili bir gönderme mevcut. İda bu başlangıç, bitiş ve hatta oluşlar esnasında üç sayısıyla sık sık rastlaşıyor, her rastlaşmada kendine yeni bir şey ekliyor. Bu her bir “şey” onu hızla sona doğru yaklaştırıyor. Ki biz de zaten onu öykünün en başında geldiği o kaçınılmaz son ile tanıyoruz. Ve hayatının en acı tecrübesini kader sayısı olan üçün ekseninden çıkıp -ki kader sayısının üç olması da tamamen benimle alakalı- iki sayısına kendini bıraktığında yaşayan İda’nın yaşadığı her şeyin hem birbiriyle yakinen ilgisi var hem de birbirlerinden tamamen bağımsızlar.

Başta da dedim ya içimde yepyeni bir kadın doğdu diye işte o yepyeni kadının anlattığı her şey aslında en iyi bildiğimiz duyguya “yalnızlığa” ulaştırıyor bizi. Benim içimdeki yalnızlık duygusu bir trenin kompartımanına sığınıverdi bu öyküde oradan da salına salına rayların üstünden okuyucusuna ulaşmak üzere yola çıktı. Uzun bir yola. Yolun sonunda kavuşmak dileğiyle.

Nilüfer Kaya: Bu öyküde öncelikle öykünün sonu belirdi aklımda. Son sahne yani… Ben de son sahneyi ilk cümleye sığdırdım. Devamında sıradan babalara benzemeyen bir baba figürü oluştu. Hemzemin geçitlere karşı hep tuhaf bir ilgi duymuştum çocukken. Elbette tren istasyonlarına ve bu istasyonların kıyısına kurulmuş taşra kasabalarına da… Son sahnenin mekânı da hafızamda yer etmiş böyle bir hemzemin geçit oldu. Bu geçitler hem çok güçlü bir nostalji barındırıyor hem de tehlikeli ve ürkütücü olabiliyor. Hemzemin geçit her zaman bir kazaya gebedir ama benim anlatmak istediğim kaza değil bir hesaplaşma cinayetiydi. Öldürülen bir baba ve ondan az önce bakkala gitmek üzere ayrılan bir çocuk… Hemzemin geçit bu duruma çok uyum sağlayan bir mekân oldu yani. Bu noktada imdadıma geniş zaman olanakları sağlayan bölümlemeler yetişti. Böylece numaralandırılmış kısa bölümler ana hikâyede yeni pencereler açma olanağı sağladı. Sonrasında baba ve çocuk dışındaki karakterler kendi kendilerine belirdi. Onlar bir yerlerde zaten vardı da benim sadece anlatmam gerekiyordu sanki. Bu kadar sıkıntıya rağmen kaldığı yerden hayata devam edebilen bir aile beni çok heyecanlandırdı. Hem dramatik bir yaşam sürmeleri hem de gülümseten bir boş vermişlik içinde olmalarını istedim. Yani hepimizden bir parça olsun istedim karakterlerde. Sonra metnin tekrar ilk sahneye bağlanması gerekti. Ve babanın neden öldürülmesi gerektiği, ailenin göçebe haliyle birlikte temellenendi. Benim öncesinde nasıl bir öykü çıkacağını bilemeden, yazdıktan sonra da çok sevdiğim bu aileyi anlatmaya çalıştığım öyküm böyle oluştu.

Orhan Çetinbilek: Tam da böyle bir trenle, böyle bir zamanda, böyle bir havada Viyana’dan Berlin’e, gece 11 saat boyunca yolculuk yaptık. Tam da benzeri insanlar binip indi gece boyunca. Gerisi hikaye.

Ömürcan Bozali: Demiryolu olmayan bir şehirde büyüdüm, halen aynı yerde yaşamaktayım. Kitapta öyküsü bulunan birçok yazarın aksine, nadiren gerçekleştirdiğim küçük seyahatler, tarihi değer taşıyan bazı gar ve istasyonlarda yaptığım geziler haricinde trenlerle kısıtlı bir ilişkim olmuştur. Hal böyleyken, tren yolculuklarından edindiğim gözlem ve deneyimleri süzerek bir öykü oluşturamazdım. Onlar; benim için çocukluk yıllarımda yaptığım şehirler arası seyahatlerde birden bozkırın ortasında beliren, sonra hemen kaybolan, uzaktan seyrettiğim büyülü makineler olmuştur. Bir kurmacayı okurken yazarın zihninde, hayal dünyasında gezintiye çıktığımı düşünürüm. Benim için kurmaca; kendi gerçekliğimden, günün zorluklarından uzaklaşmak, sığınmak için iyi bir kaçış alanıdır. Tür bakımından değil fakat nitelik açısından değerlendirdiğimizde fantastik olarak tanımlayabileceğimiz metinlerde yazarın yaratım sürecine dair olasılıkları zihnimde dolaştırırım. Alelade bir yolculuk serüveninden ziyade daha karmaşık bir metin yazmayı istedim. Planıma göre şimdiki zamanda durağan vaziyette bulunan anlatıcıya bilinç akışı tekniğini kullanarak parçalı bazı seyahatler yaptıracaktım. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kalkınma hamlelerinden biri olarak taşradaki küçük şehirlerden birinin yakınlarına inşa edilen istasyonun altındaki dehlizlerde yaşanan dramatik olayları konu edinmek istedim. Bu istasyonla birlikte coğrafyamızın yakın tarihine dair bazı değinilerde bulundum. Mekanı araçsallaştırdım. Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze yaşadığımız sosyal, politik, ekonomik değişimi kurmacaya yedirmeye çalıştım. Bu sırada öykünün baş kişisinin çocukluktan yetişkinliğe doğru gerçekleştirdiği yürüyüşü de işlemek için çabaladım. Öykünün finalini yazdığımda bir eksiklik duygusu yaşadığımı fark ettim. Üzerine düşündüğüm sırada metne bir karakter ve bir mekan daha ekleme kararı aldım. Bu vesileyle öykü ikinci bir anlatıcı kazandı. İyi de oldu, metin tekdüzeleşmeye başladığı anda parçalandı ve araya başka bir anlatım girdi. Bu anlatım sayesinde de kurmaca tren istasyonumuzun yanına sahici bir gar eklendi: Ankara Tren Garı… Yakın tarihte yaşadığımız, yerinde şahitlik ettiğim kara bir olayı da öyküyü zenginleştirecek, aktarmak istediği duyguyu pekiştirecek bir unsur olarak değerlendirdim. Mekanın hafızası, mekanın tarihi üzerinden aslında her birimizin uzaktan -belki de yakından- aşina olduğu bazı meselelere dair bir yolculuğa çıkmaya çalıştım.

Sedat Delioğlu: Tren öyküleri. Sevgili Melih aradı. Projesinden bahsetti. Benden de bir öykü istiyormuş. Peki, dedim. Dedim demesine de zordu bu öyküyü yazmak. Çünkü kalemimi alıp da trene biner binmez Tolstoy oturuverdi yanıma. Karşımda Anna Karenina. Anna kitap okuyor. Tren duruyor da sanki, dünya trenden geçiyor. Yan vagondan Kröyçer Sonatın melodileri yükseliyor. Pozdnişev konuşuyor. Sonra “Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvayda*…” olmanın hüznü, Pozdnişev’in kıskanç kelimelerini kesip geçiyor. 62 yılının 28 martında Prag-Berlin treninde pencerenin yanında akşamın yorgun bir kuş gibi inişini izleyen Nazım başka vagondan sesleniyor. “herakleitos’un ırmağı yeni ışıklar getiriyor, görüyor musun?” “Yok diyorum, yok, dünyada yeni olan hiçbir ışık yok, yazamayacağım.”  Melih’in söylediği son tarih de geçmişti. Ben bir nokta bile düşürmemiştim kâğıda. Yine aradı. O arar aramaz da vagonlarda birden bire bir sessizlik. Trenin gürültüsü aniden kesildi. Yok, tren gidiyordu da sesi çıkmıyordu. Kelimeler uç uca ekleniverdiler birden. İki rayına yerleştiler tren yolunun. Kalemi kâğıdı aldım. İşte yolculuk böyle başladı.

Semrin Şahin: Melih bu kitap projesinden ilk söz ettiğinde bu fikir çok hoşuma gitti. Çünkü  trenlerin bizim toplumsal belleğimizdeki yeri yadsınamaz bir gerçek. Kâh çatır sıcakta bir ovada, kâh bembeyaz karların içinde dağların arasında dumanını tüttüre tüttüre giden yalnız bir kara tren imgesi hepimizin zihnine işlemiştir. Bizim -özellikle bir dönemin insanlarının- acılarımızı, ayrılıklarımızı, kavuşmalarımızı hep yolculuklar üzerinden algılayan bir yapımız var. Trenle ilgili edebiyatımıza baktığımızda nice şiir yazılmış, halk edebiyatımıza baktığımızda nice türkü yakılmış. Hep hasretin merkezine treni almışız biz. İşte böyle bir fikir Melih’ten  gelince seve seve kabul ettim ve öykümü yazmaya karar verdim. Her yazarın işlenecek konuyu nasıl ele alsam gibi bir kaygısı vardır. Ben de trenle ilgili ne yazabilirim diye birkaç gün düşündüm. Tabii ki tren imgesine farklı bir yönden yaklaşmam gerekiyordu. Bu kaygı güzel bir öyküye zemin hazırladı. Kitapta yer alan öyküm böyle bir kaygının ürünü olarak ortaya çıktı.Ben büyük zevk alarak yazdım, umarım okuyanlar da aynı zevkle okurlar.

Sevtap Ayyıldız: İlk cümle için epey uğraştım. Beğendiğim oldu fakat bu defa arkası gelmedi. Tren anılarımı düşündüm. Eskişehir’de yaşadığım için son yıllarda en çok hızlı trenle Ankara’ya gitmiştim. Fakat hızlı tren hızlıca geçip gitti aklımdan. Oradan bir şey çıkmadı. Sonra çocukluk anılarıma döndüm, Heybeliada’dan Bakırköy’de oturan anneanneme giderken Sirkeci’den bindiğimiz banliyö trenleri geldi aklıma. Kalabalık trende sıkılıp “ne zaman inicez” deyip annesinin kolunu sıkıştıran küçük kız. Sonra o küçük kızı bir öykümde kullandığımı hatırladım.  Öykü dosyamı karıştırdım ve yıllar önce yazıp unuttuğum öyküyü buldum.  Öyküde adadan Diyarbakır’a otobüsle gidiyordu öykü kahramanım. Otobüsü tren ile değiştirdim. Tren yolculuğu daha yakışır sana dedim, hem mecburdum. Öyküde sadece tren ayrıntısı değil birçok ayrıntıyı değiştirdim. Güney ekspresinin geçtiği güzergâhı, istasyonları inceledim internetten. Aslında yeniden yazdım öyküyü. Kafamda ne yazacağım belli olunca kalem kâğıtta rahatça ilerledi, bize verilen süreden önce tamamladım öyküyü.

Yunus Bektaşoğlu: Hikâye distopik bir düzlemde gelişiyor. Tren olması felsefi yanıyla ilgi çekici. Tren herhangi bir yere, konuma ait değildir. Kavram tam onu açıklamasa da aslında bir “Yok-yer” kavramını açığa çıkartıyor. Benim yapmaya çalıştığımsa o “Yok-yer” kavramını insana uyarlamaktır. Öyküde insanı bir yerde var olma halinden mahrum eden bu çağın ve insanlığın eleştirisi var.

edebiyathaber.net (15 Mayıs 2019)

Yorum yapın