Söyleşi: Adalet Çavdar
Altın Kitaplar tarafından yayımlanan Yüksek Doz serisinin ikinci kitabı “Yüksek Doz Çürüyüş – Kaos Merdiveninde Kırık Basamaklar” Mart ayında yayımlandı. 480 sayfa olan bu kitabın içerisinde beş distopik novella bulunuyor. Serinin yeni kitabının içinde Orkun Uçar, Umut Altın, Mert Süğlün, Cem Can ve Kadim Gültekin yer alıyor.
Yaşadığımız çağı anlamlandırmaya çalışırken artık alıştığımız her şeye başka bir gözle bakma becerisi aslında distopya. Bu çağa dair yapılabilecek bütün eleştirilerin artık umurunuzda olmadığını düşündüğünüz an elinize alıp okuyacağınız ve kendinize geleceğiniz bir kitap “Kaos Merdiveninde Kırık Basamaklar”. Beş novellanın da okurunun bakış açısında açacağı yarık aslında zaman içerisinde çok işinize yarayacak, silkinip uyanmanızı sağlayacak.
Yüksek Doz serisinin ikinci kitabında yer alan yazarlarla hem novellarını hem de projenin nasıl ortaya çıktığını konuştuk.
Kitabın sonunda Yüksek Doz Gelecek ve Yüksek Doz Çürüyüş kitaplarının nasıl ortaya çıktığını anlatıyorsunuz ama kitapları henüz edinmemiş okurlar için projenin nasıl ortaya çıktığını anlatabilir misiniz?
Orkun Uçar: 8 Kasım 2015’de internette canlı yayınlanan Mutant Serçe adlı bir edebiyat programının konukları Funda Özlem Şeran ve Serdar Yıldız’dı. İlerleyen dakikalarda ben de katıldım. Ve programda ortak bir proje yapılması fikri ortaya çıktı. Bu çalışma için Facebook’da bir grup açıldı ve 25 yazarla yola çıktık. Her yazar bir buçuk yıl içinde bilimkurgu novella (kısa roman) yazacaktı ama süreç içinde birçok yazar ayrıldı. Gelen eserlerden üçünü uygun bulmadık. Sona 5 yazar (Umut Altın, Funda Özlem Şeran, Orkun Uçar, Gökcan Şahin, Serdar Yıldız) ve 5 eser kaldı. Bu ilk kitabımız “Yüksek Doz Gelecek”ti.
İlk kitabın oluşma süreci içindeki yazarlar için hem eğitici, hem de eğlenceli olmuştu. Daha önemlisi deneyim kazanmıştık. Hemen yeni projeyi ilan ettik. Bu sefer “distopya” konseptinde novellalar yazılacaktı. Yine 25 yazar yola çıkıldı ve yolda ayrılanlar oldu. İlk teslim tarihinde gelen on ikisi uygun bulunmadı ve yine sona 5 yazar ve 5 eser kaldı. “Yüksek Doz Çürüyüş” bu serinin ikinci kitabı oldu. Şu anda da “post apokaliptik” (kıyamet ötesi) için açılmış grupta çalışma sürüyor.
“Yüksek Doz” projelerinde önce bir taslak teslim tarihi belirliyoruz, gelen eserler kitaplarda yer alan yazarlar tarafından değerlendirilip eleniyor veya ince işçilik dönemine kalıyor. Kalan eserleri herkes okuyor, eleştiriyor, tavsiyeler veriyor. Bir ay söre veriyoruz. Yayınevine gönderilene kadar kitaba giren eserler beşer kez okunuyor.
Mert Süğlün: Ben projeye ikinci kitap olan “Yüksek Doz Çürüyüş” ile dahil oldum, o yüzden projenin doğuşu konusunda çok detaylı bilgi veremeyeceğim lakin kitapları henüz edinmemiş okurlara tavsiyem hemen edinmeleri çünkü bu bir tür alt-kültürü projesi, bir çeşit edebiyat egzersizi. Nasıl vücudumuzu geliştirmek, zinde kalmak için fiziksel hareketler yapıyorsak, zihnimizi dinç tutmak içinde bu tarz idmanlara ihtiyacımız var. Bu, türü iyi bilen okuyucu için de yeni giren okuyucu için de gerekli. Proje okurun çok iyi bildiği bir konuya farklı bir bakış açısı getirmenin yanı sıra, yepyeni fikirlere ulaşmasını da sağlıyor. İşin aslı bu durum biz yazarlar için de geçerli. Yüksek Doz ekibiyle çalışırken her aşamada geliştiğimi hissettim. Bu yüzden okurların yanı sıra yazarları da bu projeye davet etmenin bir görev olduğunu düşünüyorum. Fakat baştan uyarayım, okuması heyecanlı ve zevkli bir macera herkese tavsiye ederim. Ancak, yazma süreci çok zorlu ve acımasız.
Cem Can: “Yüksek Doz Çürüyüş” ile projeye dahil oldum. Bu kitap özelinde konuşmam gerekirse, kitapta yer alacak novellalar seçildikten sonrası tam bir macera. Yazarlar için her türlü duyguyu içinde barındıran bir proje. Yazmaya başladığımız ilk andan kitabın çıkışına kadar Orkun Uçar liderliğinde fantastik bir romanın içindeki kahramanlar gibiydik.
Elbette bu röportaj içerisinde distopya yazarlığını ve yazınını Türkiye’de nasıl gördüğünüzü sormam gerekiyor. Nasıl görüyor ve yorumluyorsunuz?
Orkun Uçar: “Yüksek Doz Çürüyüş” projesine başladığımızda Türkiye’de distopya türünde bir eser yoktu. (Öykü vardı ama roman bilmiyorum.) Herkes gibi “1984” (George Orwell), “Fahrenheit 451” (Ray Bradbury), “Cesur Yeni Dünya” (Aldous Huxley) okumuştuk. Kitabın yazılış ve yayınlanış sürecinde distopya edebiyatımıza birkaç kitap katıldı. Bunu doğal bulduk çünkü son yıllarda tüm dünyada insanlar ufukta distopya bulutları görüyor. Türün klasikleri aylarca çok satanlarda kaldı. Başka yazarların da bu ruh halinden etkilenmesi ve distopya yazmak istemesi şaşırtıcı değil.
Umut Altın: Distopya yazınının tüm dünyada son derece popüler olduğu bir dönemdeyiz. Bundan yirmi yıl önce kopyalarını sahaflarda arayıp bulamadığımız klasik distopyalar bugün tüm satış listelerinde zirvede. Film ve dizi uyarlamaları her geçen gün artıyor. Fakat yerli distopyanın bir süre daha alt tür olarak kalmaya devam edeceğini düşünüyorum. Klasiklerin bu kadar popüler olması ile yerlilerin bir süre daha karanlıkta kalmak zorunda olması da doğrudan aynı nedene bağlıdır.
Mert Süğlün: Utanarak itiraf etmeliyim ama son dönem yazarlarımız konusunda eksiğim çok ancak, belki de distopyalar üzerinde çalıştığım için algıda seçicilik yapmışımdır, distopik kurgular ve projelerde gözle görülür bir artış sezdim. Bunu sebebi ülkemiz, hatta dünya çapındaki genel huzursuzluk ve kaygı olabilir. Fakat diğer yandan uzmanlar günümüzün insanlığın en rahat ve refah içinde yaşadığı dönem olduğunu söylüyor. Bu bir çeşit aldatmaca mı, yoksa çevremizdeki bilgi bombardımanından sadece olumsuzları seçerek dertsiz başımıza dert açıp hayat kalitemizi mi düşürüyoruz bilemiyorum. Ancak günün sonunda distopyalara bir merak ve istek var gibi.
Cem Can: Ben dönemsel olarak distopya yazarlarının işinin zor olduğunu düşünüyorum. Oldukça farklı bir dünya ile karşı karşıyayız. Geçmişte distopya olarak adlandırılan olaylar tüm dünyada gerçekleşmeye başladı. Durum böyle olunca da eski distopyalar günümüzde çok satanlar arasına giriyor. Şimdi yazılanların da değeri, belki yıllar sonra, içinde anlatılanlar gerçekleşmeye başladığında anlaşılacaktır.
Kadim Gültekin: Türkiye’de distopya yazarlığından önce, esasında distopya okurluğuna göz atmakta fayda var. Son yıllarda çok satan listelerine baktığınızda, yeni bir yazar veya yeni bir kitap göremezsiniz. Çoğunluğu klasik ve modern distopyalardır. Distopya okurluğu ile birlikte yazarlığı da belli bir güç edinmeye başladı. Yerli yazarların bilimkurgu türünde yazdığı romanların çoğunluğu esasında distopik. Bu biraz da geleceğe dair oluşan karamsar beklentilerden kaynaklıyor. Daha doğrusu geçmişin getirdiği mevcut karanlık, geleceğe dair iyi şeyler düşünmemizi engelliyor. Haliyle bilimkurguda distopyanın ağırlığı da artıyor…
Peki distopyaların gerçek hayata bir şekilde bağlanmalarına ne diyorsunuz? Bugün yaşadığımız toplumsal ve siyasal gerçekler bir kısım insan için distopya ise bir kısım insan için ütopya olarak adlandırılabilir sonuçta. Bu hem birbiriyle ilişkili hem arasında uçurum olan zamansal ayrılığı nasıl anlamlandırıyor ya da neden anlamlandıramıyorsunuz?
Orkun Uçar: Biz yazar olarak durup dururken, çok sevdiğimiz için distopya yazalım demedik. İçinde yaşadığımız gerçeklikten, her şeyin kötü gitmesinden, daha keskin hatlı distopik bir dünyanın ayak seslerini duyduğumuz için etkilendik. Küresel ısınma, artan nüfus, göçmen sorunu, tek ve güçlü adam iktidarlarının artması, ekonomik krizler daha karamsar bir gelecek sunuyor bizlere. Birisi yazarlar madenlerde gaz sızıntısı için kullanılan kanaryalara benzer demişti. İşte biz daha çabuk etkilendik ve uyarıyoruz insanlığı. Teknoloji giderek gelişiyor. Bu insanların yaşamını daha kolay ve konforlu hale de getirebilir ya da totaliter rejimlerin eline tam kontrol imkanı da verebilir. Konu distopya olunca gerçek ile kurgunun fazla birbirine geçtiğini düşünüyorum. Bu gri alanın genişliği fazlasıyla tehlikeli.
Mert Süğlün: Hep söylendiği gibi, aslında her ütopya bir distopyadır, burada en önemli etkenin kaynakların dağılımı olduğunu düşünüyorum. Kaynak derken sadece doğal kaynaklar ya da zenginlikler değil, elle tutulup gözle görülmeyenler, hisler, hatta duyguları bile dahil etmeliyiz. William Gibson’un ünlü sözündeki gibi, gelecek aslında gelmiş durumda – sadece eşit olarak paylaşılmıyor. Bu durum huzur, refah ve mutluluk için de geçerli. Şartlar ne kadar iyi olursa olsun bir yerlerde halinden memnun olmayan, belki de daha doğrusu olamayan birileri sürekli var olacaktır. Memnun olmayanları sayısı arttıkça ütopyadan uzaklaşıyoruz ve ‘gelecekte’ olanların, dağılımdan payını bolca alanların bile huzursuz olduğu durumlarda tam distopyaya geçmiş oluyoruz. Bu kurguda da böyle, gerçek hayata da.
Cem Can: Distopyalar geçmişten ve yaşanan zamandan beslenip, üstüne hayal gücü katılarak ortaya çıkıyor. İçerisindeki hayal gücü miktarı ne kadar fazlaysa o kadar geç gerçek hayata bağlanıyor ama eninde sonunda gerçekleşiyor. Cesur Yeni Dünya okuyoruz çünkü tüm dünyada genetik bilimi konuşuluyor, 1984 okuyoruz çünkü etrafımızı kameralarla dolu. Neyin nasıl olduğunu görmek için, nelere dönüşebileceğini anlayabilmek için de distopyalara yöneliyoruz ve gerçek hayat ile birleştiriyoruz yazılanları.
Kadim Gültekin: 1984 şu anda Türkiye’de en çok satan kitaplar arasında. Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451, Hayvan Çiftliği, Biz, Demir Ökçe gibi pek çok kitap son yıllarda gayet popüler hale geldi. Bunun toplumsal ve siyasal sebepleri herkesçe malum. İnsanlar içinde bulundukları hali anlamaya çalışıyor. Bu da onları distopya kitaplarına, filmlerine yöneltiyor.
Orkun Bey Siz Metal Fırtına ile Türkiye’de politik-kurgu edebiyat açısından büyük bir eşik atlattınız ardından Derzulya geldi. Bilimkurgu edebiyatı alanında adınızı yıllar içinde yüksek bir noktaya taşıdınız. Ki bu alan Türkiye Edebiyatı’nın en az ve yavaş gelişen alanlarından biri. Şimdi ise Yüksek Doz Serisini kolektif bir şekilde inşa ediyorsunuz. Üretimin bu boyutu ve aşaması sizi nasıl hissettiriyor, size nasıl geliyor?
Orkun Uçar: Konu Türk Edebiyatı’nda örneği az olan türlere gelince bireysel çabaların bir yere kadar etkili olabileceğini düşünüyorum. Örneğin yerli fantastik ve bilimkurgu edebiyatımızdan söz edeceksek bir kitapçı rafını doldurabilecek denli eser ve yazar olmalı. Ayrıca yerli fantastik ve bilimkurguya ön yargıyı kırabilecek eserler üretmek lazım. Yüksek Doz serisi bu amaçla başladı. Kişisel olarak benim için eğlenceli ve öğretici bir süreç. Projeye katılan her yazar yeteneklerini ve bilgisini fazlasıyla geliştiriyor. Zira her eseri yazarlar okuyor, eleştiriyor, tavsiyeler veriyor. Sadece yazarlık değil redaktörlük ve editörlük de yapıyor. Ayrıca asosyal biriyim, edebi anlamda ortak çalışmalar ihtiyacım olan sosyalliği sağlıyor doğrusu. Bu projelere kendi başıma yazabileceğim bir-iki roman zamanı ve emeği veriyorum ama sonuca değiyor. Kitaplardaki her kısa romanı zevkle okuyorum. Okurların geri dönüşleri de bu yönde.
Yüksek Doz Çürüyüş sizin novellanız ile açılıyor. “S.O.D.” kısa öyküleri uzun bir roman içerisinde sunmanız şeklinde ifade edilebilir. Sizin yazınınız aslında biraz bunun üzerine kurulu diyebiliriz. Peki bunun nedenini sorabilir miyim? Biz uzun hikâye içerisinde küçük küçük farklı distopyalar kurmanız ve sonrasında bunları bir bütünün parçaları haline getirmeniz nedendir?
Orkun Uçar: Proje için konu düşünürken iki fikir arasında kalmıştım. Serdar Yıldız ve Umut Altın’a ikisini de anlattım. Onlar “S.O.D”u yazmamı istedi. Ortada distopya içinde yaşayan bir yazar vardı ve öyküler yazması gerekiyordu. Üstelik bu yazarın yazdıklarıyla o baskıcı iktidarın kurulmasında fikri rehber olduğunu da öğreniyoruz. Doğal olarak kafasının nasıl çalıştığı okura sunulmalıydı. Ayrıca “Yüksek Doz” kitaplarına bir ziyafet sofrası gibi bakıyoruz, her damak zevkine uygun lezzet olmalı. “S.O.D”u başlangıç ikramları, içindeki çeşit çeşit distopya öyküyü mezeler gibi düşünebiliriz. Anthony Bourdain dünyanın en suşi ustalarının birinin mekanına gitmişti. Usta, “Çürüme süreci lezzetin bir parçasıdır,” demişti. Yüksek Doz Çürüyüş de lezzetli bir kitap oldu. Yazar olarak öykü yazıyorum ama bunları bir öykü kitabı şeklinde değil, romanlarımın sonunda hediye olarak sunmayı veya bir roman kurgusu içinde kullanmayı tercih ediyorum. “Kızıl Vaiz” romanımda da olaylar bir öykü kulübü içinde geçtiği için çeşitli türlerde öykü vardı.
“S.O.D.” korku ve baskı rejimini hem ürkütücü hem de gerçekçi bir boyutta ele alıyor. İçinde küçük küçük bugün yaşadığımız hayatın nüveleri olan bir kısa roman bu. Okuyanı sürekli olarak diri tutmaya özen gösteriyor ve şaşırtıyorsunuz karakteriniz de elbette bu heyecan ile oyuna devam ediyor. Biraz ana akım haber bültenlerini seyretmeye benzettiğimi söyleyebilirim “S.O.D.” okurken. Gerçi biz artık pek çok habere şaşırmıyoruz ama olsun. Hikâye hakkında bilgi vermeden soru sormak ve anlatmak çok zor. O yüzden uzatıyorum. Sonuç itibariyle sormak istediğim şudur; sizi gündelik hayata dahil eden ya da uzaklaştıran olaylar nelerdir ve bunlar sizin edebiyatınızda nasıl yer alır? “S.O.D.” sizin hayatınızda nasıl bir yer tutuyor?
Orkun Uçar: Hayal gücümü canavarlarla dolu bir malikaneye benzetebilirim. Ama onlardan korkmuyorum, aynı mekanda bir şekilde yaşıyoruz işte. Gerçek hayatta olabilecekler beni daha çok korkutuyor, “S.O.D” bunların yansımaları. Cep telefonsuz ve internetsiz bir hayatı bilmeyenlerin aksine, daha başka birkaç çağı görmüş bir insanım. 1969 yılında doğdum, yedi yaşındayken evimize televizyon girdi. Kaset, video, cep telefonları, bilgisayar, internet… Bunların hayatımıza girişlerine, bazılarının yok oluşlarına şahit oldum. Ayrıca “Soğuk Savaş” dönemini yaşadım. Bugün yaşayan insanların çoğu sürekli nükleer savaş tehdidiyle yaşadığımız dönemi bilmiyor. Sovyetler Birliği’ni, Demir Perde’yi, Berlin Duvarı’nı yaşamadı. Ben totaliter rejimlerin gidebileceği yerleri daha iyi görebiliyorum. Ülkemizde ve dünyada gidişat iyi değil. Yiyecek ve su sorunu başladı bile, belki de ölmeden önce havanın bile paralı olacağını göreceğim. Son yıllarda hissettiğim distopya tonu ülkeme ve yaşantıma o kadar hızlı girdi ki daha kötüleri için uyarmak istedim. Umarım birkaç yıldır ülkemizin üzerine çöken karabasanı atlatırız.
Umut Bey sizin novellanızda genç bir adam kendini bir anda bir teyzenin bedeninde bulur ve olaylar gelişir. Oldukça eğlenceli bir metin “Corpus Mentis” özellikle derlemenin içinde diğer eserlere bakılarak daha az ürkütücü olduğu bile söylenebilir. Ve sonuna kadar okunmadığı müddetçe asla bütün olarak tam manasıyla anlaşılamayan bir metin yazmışsınız. Peki bu virüs hikâyesi ve bir diğerinin içerisinde kendince başka bir hayat sürme fikri size nereden geldi, neyden esinlendiniz?
Umut Altın: Sınır tanımayan mizahi bilimkurgu öykülerinden oluşmasını planladığımız bir derleme projemiz vardı. Corpus Mentis o proje için, sınır tanımamaya özen göstererek, bilinç akışına yakın bir yöntemle yazmaya başladığım -ve öyle devam eden- bir eserdi. Bu nedenle bir diğerinin içinde kendince başka bir hayat sürmek veya bunun gibi birçok şeye ilişkin esinin nereden geldiğine dair çoğunlukla fikrim yok. Virüs konusunda elbette devasa zombi külliyatından esinlendim. Bir de Faith No More’un yıllardır severek dinlediğim “Zombie Eaters” adlı şarkısı var. Bir bebeğin annesine seslenişinden ibaret olan, söz ve müziğinde hiçbir mizahi unsur bulunmayan bu şarkının adının “Zombie Eaters” olması için bildiğim kadarıyla hiçbir sebep yoktur ama adı öyledir işte. Onlar korkmazlar böyle işler yapmaktan. Korkmamak için ilhamı onlardan aldığım söylenebilir.
Bu hikâyeyi yazarken gerçekleşmesi olasılığını ne kadar göz önünde bulundurdunuz ve bu kurmaca üzerine çalışırken bu ihtimal ile ne kadar eğlendiniz, bunu gerçekten merak ediyorum.
Umut Altın: Gerçekleşmesi olasılığını göz önünde bulundurduğumu söyleyemem. Ancak yazılan ne kadar absürt olursa olsun yazar onu ciddiye alarak, gerçekleşmesi olasılığını sürekli göz önünde bulunduruyormuş gibi yazmak zorunda. Ana karakterin tüm bu saçmalıkların ortasında ısrarla akılcı davranmaya çalışması da bunun bir sonucu. “Ben gerçekten böyle bir şey yazıyorum ve utanmadan basılmasını talep edeceğim,” diyerek kendimi ikna ettikten sonraki kısmın çok eğlenceli olduğunu söyleyebilirim. Böyle bir kurguda mizah için o kadar geniş alan vardı ki Corpus Mentis çoğuna dokunmadı bile.
Peki bugün hepimizin içinde dolaşan virüs sizce nedir? Nasıl bir şeydir ve bizi neye dönüştürdü ya da dönüştürüyor?
Umut Altın: Corpus Mentis çevresinde olup bitenleri ciddiye almakta zorlanan bir adamın hikayesidir. Tıpkı bu adam gibi, bugün milyonlarcamız sadece Türkiye ve Orta Doğu değil, tüm dünya boyunca çevrelerinde olup bitenleri ciddiye almakta zorlanıyor. Her yan ateşler içinde, uzuvlar kopmuş, kan gövdeyi götürüyorken tek istediği eve gidip yatmak olan adam bu milyonları temsil ediyor. Tüm bu kötülük, kokuşmuş ve çürümüşlüğü gerçek, ciddi bir düşman olarak görmeye neden, bunlarla mücadele etmeye motivasyon bulamayanları.
Mert Bey siz insanların hem sevip hem sinirlenebileceği pek çok “dokunulmaması” gereken şeye dokunan bir novella “Çıkmaz Solak” ve iyi bir cesaret göstergesi. Peki dini bir şekilde distopik bir hikâyenin içine yerleştirme fikri sizi alacağınız tepkiler nedeniyle endişelendirmedi mi?
Mert Süğlün: Distopyanın yapısı itibariyle rahatsız edici olması gerektiğini düşünüyorum, bu yüzden inanç ile teknoloji kesişmesini işlemek, irdelemek istedim. Burada hangi din olduğu önemli değil ama bu topraklarda yaşadığımız için bu oldu. Bazı yerlerde en güvendiğimiz kurum bize ihanet ederse ne olur sorusuna cevap aramaya çalıştım. Şartların zorlaştığı bir durumda bu ihanetler de daha sert ve acımasız olacaktır. Yüksek teknolojiyle gelen yozlaşmanın, hayat standardındaki düşüşün kendini nasıl gösterebileceğini öngörmeye çalıştım.
Bağnazlık, yobazlık ve herkesin aslında kendine göre yaşadığını düşündüğümüz din kavramları sizin hayatınızda nasıl bir yer tutuyor? Bu yer nasıl böyle ayakları yere sapa sağlam basan bir edebi metne dönüşme fırsatı yakaladı kendisine?
Mert Süğlün: Bağnazlık, yobazlık, kuralların suiistimal edilmesi, çifte standart, çıkarcılık en rahatsız olduğum şeyler olabilir. Bu sadece din ya da inançla sınırlı değil. Bu tarz art niyetli hareketler her yerde, her konuda karşımıza çıkabilir ve çıktığını anda hayatımızı kötü etkilemeye başlar. En azından ben böyle düşünüyorum, bu konuda bize en büyük zararı benzer fikirleri paylaştıklarımızın bağnazlık ve yobazlığının verdiğini hissediyorum. Kurguda bundan bahsetmeye çalıştım.
Aslında her daim kullanılan ve kimimize çoğunluk kimimize azınlık gibi gelen bir kesimi rahatsız eden kelimeleri, rahatsız ettikleri biçimlerde kullanmanız bir yabancılaşma ya da bir yakınlaşma yaratmak nedeniyle miydi?
Mert Süğlün: Lisan en geçerli ve güçlü iletişim aracı, birbirimizi en iyi şekilde anlamamızı sağlasa bile aslında aynı zamanda aramızdaki en büyük duvar, ne kadar uğraşsak da aşamayacağımız bir engel. Hep denildiği gibi kendimizi karşımızdakinin anlayışı kadar anlatabiliriz. Duygularımızı, düşüncelerimizi yüzde yüz aktarmanın bir yolu yok. Bu yüzden, özellikle konuşmalarda, karakterler belki bilerek, belki bilmeyerek, ne der, kendini nasıl ifade eder onu hissettirmeye çalıştım.
Cem Bey, bilinmezlik içine bilinmezlik katmanı eklediğiniz bir novella Soggarth. İnsan kendini git gide daha derin bir kuyuya düşmüş gibi hissediyor. Ve aslında bir şekilde bir devlet makamından emekliye ayrılmış ya da ayrılmak üzere olan insanlar için gerçek olabilir bir hikâye. Yine de boyut farkı katarak bu dünyadan azade ediyorsunuz. Peki bir ölümün peşinden kendi geçmişinin ölüsünü kaldırmak meselesi var aslında hikâyenin içinde. Herkes geçmişine baktığında böyle şeyler bulabilir mi? Yoksa kurgu yazmak gündelik hayata kurgu ile bakmayı mı kolaylaştırıyor?
Cem Can: Bence herkesin geçmişinde etkilendiği olaylar vardır. Aslında hepimiz geçmişimizde yaşadığımız travmalar, sorunlu zamanlar ve kayıplar üzerinden kendi kişisel distopyalarımızı kuruyoruz. Modern çağ insanı sürekli psikolojik bir savaş veriyor. Depresyon gibi yeni nesil bilinmeyenlerle uğraşıyoruz. Anlattıklarım her ne kadar bize çok farklı bir dünyada geçse de aslında çok benzer özellikler var. Ben bilinmezlik içinde bilinmezlik yerine kafes içinde kafes olarak tanımlıyorum bu durumu. Bizi saran kişisel kafesimiz ve çevremizdeki dünyadan kaynaklanana daha genel bir kafes. Her ne kadar kurgu olsa da içinde çok fazla insancıl duygu barındırıyor. Bir şekilde yaşadıklarımız yansıyor kurgunun içine ve ister bir asteroid maden kolonisi olsun ister hemen yanımızdaki sokak olsun insanın tepkileri, hisleri veya psikolojisi değişmiyor.
Siz aslında hem bilimkurgu hem polisiye yazmışsınız. Hikâyeyi ne kadar detaylandırsanız bile özellikle sonlara doğru mekanı detaylandırmaktan kaçınmışsınız gibi bir izlenim doğdu benim içimde. Bu biraz okuru büktüğünüz zaman dilimini kendi keşfetmesi için yapılan bir yönelim miydi?
Bilimkurgunun Siberpunk alt türünü çok severek okurum ve o türün de polisiye ile oldukça yakın ilişkileri olduğunu görürsünüz. Okuduklarımız da haliyle yazdıklarımızı etkiliyor. Kısa romanım oldukça klostrofobik bir ortamda başlıyor ve olaylar gelişiyor. Aslında başından sonuna okur için keşfetmesi gereken bir sürü ekmek kırıntısı var. Etkilendiğim filmler, diziler, kitaplar, yazarlar, şarkılar. Genel olarak bu tarz ipuçlarını bırakmayı seviyorum. Sonlara doğru ise ana karakterimiz de zaten zaman ve mekan algısını kaybediyor. Okuyucunun da onunla birlikte kaybolması, başından beri sıkıştığı ortamdan çıkabilmesi gerektiğini düşünüyordum. Burada yazarın yönlendirmesinden çok okuyanın hayal gücüne bırakmak, başka yazarların kitaplarını okurken de zevk aldığım bir yöntem. Eğer bunu hissettirebildiysem ne mutlu bana.
Peki distopyalar içinde geçmişe yönelik sorgulamalar yapmak neden önemlidir. Geleceğin bir nevi karanlık olarak görüldüğü ve inşa edildiği bu metinlerde geçmiş aslında bugün demek değil midir?
Gelecekte olabilecek şeyleri tahmin etmeye çalışırken yönetim biçimlerini çok açık ve net bir şekilde göremeyebiliriz. Geçmişe baktığımızdaysa iyi ve kötü yönetim şekillerini görüp analiz edebiliyoruz. Onlardan ders çıkarabiliyoruz. Günümüzde olanları da yaşayarak öğreniyoruz. Bu noktadan sonra distopyalar eskiyi veya günümüzü alıp bir adım sonraya taşıma görevi görüyor. Geçmişte ütopya diyeceğimiz bir yaşam tarzını alıp günümüzde yaşananlar ile harmanladıktan sonra karşımıza elli ya da yüz yıl sonrasının distopyası çıkabiliyor. Şartlar sürekli değişiyor. Şamanlar için mutlu yaşamın sırrı olan bir ayin bir asteroid maden kolonisinde kabusa dönüşebiliyor.
Kadim Bey, “Tanrı Makinesi” kitabın son novellası. Gılgamış Destanı’ndan esinlenerek ve distopyanın sırtını destanlara yaslayarak yazdığını bir novella. Bunun elbette çıkış ve esinlenme noktasını sormak zorundayım. Nedir, nasıldır?
Kadim Gültekin: Yüksek Doz Distopya projesi başladığında, bir geçmiş zaman distopyası yazmak niyetindeydim. Aklımdaki kurgu, gelişmiş bir insanın ilkel insanlara nasıl tanrılığını ilan edebileceği meselesi üzerinden, insanlığın tanrılar ve dinler yaratışına dair bir novella ortaya çıkarmak yönündeydi. İlk okumadan sonra gelen bazı öneriler beni Sümer mitlerine yönlendirdi. Bilindiği üzere Sümerler ilk uygar insan topluluğu. Birçok din de Sümer efsanelerine, Gılgamış Destanı’na vs. dayanıyor. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışındaki birçok dayanak noktası Sümer metinlerinde yer alıyor. Nuh Tufanı gibi. Tufanı anlatan tabletler bulunana kadar tufan hikâyesinin tek tanrılı dinlere ait olduğu düşünülüyordu.
Bir döngüden bahsediyoruz ve aslında bu döngü gece ve gündüz, doğum ve ölüm kadar iç içe bir döngü. Zamansızlık ve mekansızlık okurken biraz yorsa da kurduğunuz incelikli yapı o yorgunluğu başka bir tada çeviriyor. Peki romanın ilk kısmını geçmiş ve geleceği diyaloglar üzerinden anlatmayı tercih etmenizin özel bir nedeni var mı?
Kadim Gültekin: Hikâyeyi diyaloglarla başlatıp bitirmek aslında biraz da benim yazım alışkanlığımla ilgili. Ancak bu projede uzun bir romana sığacak konuyu novella formatında anlatmam gerektiği için, haliyle daha fazla diyalog kullanma ihtiyacı duydum ve kurgusal dengeyi sağlayabilmek adına bu metinleri kısa romanın başına ve sonuna yerleştirmek mantıklı olandı.
Bu novellayı yazarken nasıl çalıştığınızı ve neler okuduğunuzu merak ettim. Oldukça sağlam olduğu belli olunan bir birikiminiz var destanlar ve masallar konusunda. Bu birikimin ve bunun edebiyatınıza yansımasının nedenleri nelerdir?
Kadim Gültekin: Sümerlere dair en sağlam kaynak şüphesiz ki Muazzez İlmiye Çığ’ın “Uygarlığın Kökeni Sümerliler” kitaplarıdır. Başucu kitabı olabilecek niteliktedir her biri. Sümer uygarlığını, yaşam tarzını, şehirlerini tanımak adına bu iki kitabı uzun bir süre yanımda taşıdım diyebilirim. Buna ek olarak kutsal kitaplar da önemli bir kaynak. Özellikle yaratılış ve tufan hikâyesini anlayabilmek için Kur’an ve Kitab-ı Mukaddes’ten karşılaştırmalı okumak yapmam gerekti. Arka plandaki bu anlatının yanında, kitap aynı zamanda bilimkurgu ile harmanlanmış bir hikâye sunuyor. Bu hikâye içerisine yerleştirdiğim Anunnaki miti, Zecharia Stchin’in metinlerine dayanıyor. Sonuç olarak birbiri içerisine giren pek çok hususu ele aldığınız bir öykü anlatmak istediğinizde, beslenmeniz gereken kaynaklar da farklılık arz ediyor. Bu da size bilginin gücünü veriyor. Bir yazarı besleyen en önemli şey bilgidir.
edebiyathaber.net (16 Mayıs 2019)