Hani yolunuzu aydınlatan, okuma-yazma yolculuğunuza yön veren, yazdıkları, başka okumalar için size kapı aralayan ve vazgeçilmeziniz olacak yeni yazarlarla hemhal olmanızı sağlayan kimi yazarlar vardır. Hani şu yüreğinizin ve kütüphanenizin başköşesinde ayrı/ayrıcalıklı bir yere sahip olan yazarlar. Benim de böyle “kıymetlilerim” var elbette. Bunlardan biri, denemeleri ve öyküleriyle bende iz bırakan, içimde bir yerlere usulca dokunan Feridun Andaç’tır. Hatta onu bende ayrıcalıklı kılan bir diğer şey de henüz yolun başında, “gazeteci adayı” bir öğrenci iken ilk “yazar” söyleşimi onunla yapmış olmamdır. Ne mutluluktu: dün gibi hatırımda! 2002 yılında Dünya Kitapları’nın yayın yönetmenliğini üstelenmişti Andaç ve Uğur Kökden’in “Batı’nın Doğu’daki Yüzü”, Hilmi Yavuz’un “Söz’ün Gücü” isimli deneme kitaplarını, Ahmet Oktay’ın “Romanımıza Ne Oldu?” isimli eleştiri kitabını, Demirtaş Ceyhun’un “Belki Yarın Anlarlar” isimli seçme öykülerini hediye ederek uğurlamıştı o gün beni odasından. Bu eşsiz uğurlama öncesinde Andaç ile “Kar Masalları” isimli öykü kitabını, çocukluğunu, okuma-yazma yolculuğunu konuşmuştuk. Kar esintisi, kar ışıltısı, kar fırtınası, kar musikisi, engâh engâh yağan karın sesiyle uyanılan sabahlar vardı bu masallarda. Erimeyen karlar, çözülmeyen buzlar ve gecenin ayazı, maşatlıkta oyuna tutuşmuş çocuklar ve kuş sesleri vardı. Acıdan insanı uğunduran, canı gitmiş parmaklar, alna düşen buz tutmuş saçlar vardı sonra. Kar aydınlığı kuşatmıştı her satırı.
Kar kokusu sinmiş bir yazın…
Diyebilirim ki kar kokusu sinmiştir Andaç’ın yazınına, kaleminin ucuna. Hemen her kitabının satır aralarından kar musikisi çalınır kulağımıza. Yitik zamanın dili vardır yazdıklarında: Andaç o dile, çocukluğuna, çocukluğunun kentine, geçmişin izlerine sıkıca tutunarak yazar. Marquez’in masalcı büyükannesi gibi masalcı halası vardır onun da; halasının kar sesine bulanmış masalları kulağındadır hep. Bu masallara tutunur, hiç unutmaz. Yazmak, bir yanıyla anımsamaktır belki de; anımsanan ve düşlenen gerçeği kurgulamak ve kâğıda dökmektir. Sadık Hidayet “Dış dünya renkleriyle, kokularıyla insanları etkiler. Geriye dönüşlere ve çağrışımlara dikkat!” der. Yaşayan ve yazan bir yazar olarak Andaç, dış dünyaya ve çağrışımlara yeterince dikkat kesilmiştir. Zaten kendisi de bunun önemine işaret eder “Gün Sevincin Kavşağında” isimli öykü kitabında. “Yazan bir insanın antenleri sürekli açık olmalı” der ve ekler: “Edilen sözler, yaşanılanlar, rastlaşılan durumlar, soluk alınan mekânlar, doğa… Sürekli bir şeyler taşımaktadır zaten yazan biri için…” Belki de bu dikkattir, yazarın anımsamasını kolaylaştıran, geçmişi kolaylıkla bugüne taşımasını sağlayan. Öyküleri gibi denemelerinde de dünden bugüne bakar ki dile getirdikleri yarına da ağacak sözlerdir.
“Yazı, yurt ister”
Yazmak bir çeşit eylemdir Andaç için, bireysel bir eylem. Tıpkı yazmanın kişisel bir zorunluluk, bir gereksinim olduğunu dile getiren Ceyhun Atıf Kansu için olduğu gibi. Şöyle der Kansu: “Beni yazmaya iten nedir? Yazma bir çeşit eylemdir. Acıyı yok edebilir miyim? Karanlığı, tutsaklığı yok edebilir miyim? Bunda şiir, düzyazı bir eylem gücü kazanır. En sonu bir bireyim ben, bir tek insanım. Benim eylemimdir yazı, bireysel eylemimdir. Bir de deyimleme içgüdüsü var. Bir içgüdüdür yazı yazmak; şiir, müzik, resim… Deyimleme içgüdüsü. Kendini, doğayı, toplumu, insanları, evreni ve o sonsuz çıkmazı, ölümü, deyimleme. Ama insan en çok neyi deyimleyebilir? Kendisini…” Andaç da okuyup yazarak yaşamayı/varolmayı bir eylem biçimi olarak seçmiştir kendine. Ve bu eylemle en çok kendisini ve insana dair her ne varsa onu deyimlemeye, söze dökmeye çalışır. Örneğin yersiz-yurtsuzluğu, kimlik/aidiyet duygusunu çokça işler kitaplarında ve “Gün Sevincin Kavşağında” isimli kitabında şöyle der: “Yazı, yurt ister. Yazma bilinci, tasarlama imgeleminin kaynağıdır bu. Bellek ışıltısını oradan alır. Çünkü yazarken sürekli oraya dönersiniz.” Onun kendini ait hissettiği yer-yurt da gökyüzü gibi, hiçbir yere gitmeyen çocukluğudur, çocukluğunun karlı kenti Erzurum’dur. Erzurum çarşı pazardır, içinde bir sarı gelin… Ve işte yazarken en çok oraya döner insan; çocukluğuna, doğduğu topraklara, kendine… “Kar Masalları”nda dile getirdiği gibi, aradığı çocukluk yurdudur aslında: “Göç yurdun, ayrılığının sebebi, çocukluğun, düşlerin… Düşlerindeydi hep o kent. Kokusu sevgili gibiydi, sinen ve hiç gitmeyen. (…) Çocukluk yurdunu arıyorsun. Bir yazgıyı paylaşıyorsunuz; yurtsuzluğu, sürgünlüğü.” “Kültürsüzlüğümüzün Dört Mevsimi” isimli deneme kitabında ise “Çocukluk, kopamadıklarımız, her şeyimiz… Yazı/yazmak aslında oradan başlıyor. Zaman boşlukları, tutunduğumuz her şeyin izleri, oldurabildiklerimiz, tıpkı tutunamadıklarımız, olduramadıklarımız gibi… Hepsi orada” der. Evet, hepsi oradadır ve Andaç’ın yazınının beslendiği kaynak da geçmişidir, çocukluğudur, kendisidir. Çünkü Cesare Pavese’nin dediği gibi en eski alışkanlıktır çocukluk: “İnanılır şey değil, içimizdeki en eski ruh çocukluğumuzdan kalmış bize. Hep çocukmuşum gibime geliyor. Çocukluk, edindiğimiz en eski alışkanlık olmalı…”
“Sözcükler bir başına hiçtir”
Andaç, “Kültürsüzlüğümüzün Dört Mevsimi”ndeki “Babam, Bahçe ve Sokaklar” başlıklı denemede de, pencerenin buzlanan camını “hoh”layarak kendine bakış yeri açtığı o karlı sabaha, yaşadığı tüm zamanlarda hep bir bahçesi olan babasına ve çocukluğuna gider. Yine köksüzlükten dem vurur: “Köksüzleşmek aidiyetsiz bir zamanda herhangi biri kılar insanı. Kimsiz, kimsesizlik biraz da insanın topraksızlığının öyküsünü anlatır bana. Bırakıp gitmelerimizin özünde de bu yok mudur?” diye sorar ve devam eder: “Bir yere kök salmamak, doğduğun yerde ölmemek… Sürekli göçmek, oradan oraya…” “Sözcüklerin Çağrısı” başlıklı denemede ise anneannesinin belleğinden taşınan “çermuk, gutani, anderun, haçan, kırcingos, fortuna, kaybana, pungar” gibi sözcüklere varır; bu sözcükler, yazarı çocukluk yurdu Hemşin’e götürür. Andaç, bu yazıda sözcüklerin bir başına hiç olduğundan bahseder. Çünkü onları bir anlama büründüren “yaşanan/unutulan/hatırlanan zaman ve yerdir, insandır elbette. Çünkü her bir sözcük de bir yerin, bir zamanın rengini, tınısını taşır; bunların her birinde insanın bakışı/duyuşu/yaşam deneyimi vardır. Evet, taşıyıcı oldukları kadar biçimleyicidir de sözcükler. Onlar yaşamdan ağıp gelirler, biz ise yazarak onlara yeniden ruh katıp, biçim veririz.”
İlkesizlik, köksüzlük her yerde
Ancak kültürsüzlüğün dört mevsimini yaşadığımız günümüzde, kâğıda dökülen sözcüklere, tuvale aktarılan renklere, sahnede yankılanan tirada, beyaz perdeye yansıyan insana ne kadar ruh verebiliyoruz acaba? Andaç bu kitapta kültür, sanat ve yayın dünyamızdaki köksüzlüğe, çürümüşlüğe de dikkat çeker. Örneğin modern bir çağda yeni bir zihin kuşatması yaşadığımızdan bahseder ve her alandaki aynılaşmaya vurgu yapar: “Bir tür kendi aidiyetlerimize göre kabileler yaratıyoruz. Orada üretileni genel kılma ya da görme huyumuz var. Yazılan kitap, çekilen film, yapılan müzik, çizilen resim, sahne oyun o kabilecilik anlayışının yansımaları olarak çıkıyor karşımıza çoğunlukla. Sanatın bütün disiplinlerinde yereli, bölgeseli oluşturamadığımızdan ulusallıktan evrensele gidilebilen yolun söylemini kuramıyoruz. Bilme, öğrenme merakını çıkarıyoruz hayatımızdan. Karşımıza çıkan her ‘yeni’de başka bir ‘ben’e bürünüyoruz. İlkesizlik, köksüzlük böylece kendine yeni mecralar yaratıyor.” Ardından da “Çokseslilikten uzağız. Aynılaşma derdindeyiz” der ve şöyle devam eder: “Oysa melez güzeldir, renklidir, çeşitliliktir, yaratıcılıktır. Bırakın, bir toplumda elbette farklı sesler/renkler olacaktır. Bu dayatma niye? Bu fikir zaptiyeliği, bu faşizan eda neden?” “Üretilmeyen Kültür” başlıklı denemede de yayıncılıktaki derin bir “kitap kirlenmesi”nden bahseder Andaç. Ve söz konusu olanın yayınevlerinin çoğalması, kitap çeşitlenmesi, yayın fazlalığı değil, asıl sorunun popülerliğin bir salgın gibi her şeye sirayet etmesi olduğuna vurgu yapar: yani sorun “nerdeyse her alanda yarım yamalak bilgilerle yazılıp basılan kitapların yaygınlaşması, uluslararası çoksatar kitapların birçok yayınevi tarafından kötü çevirilerle piyasaya salınması… Üstelik benzer kötü yerli versiyonlarının da pıtrak gibi çoğalması…” Tabii bir de kapanan kitabevleri vardır: “Kitabevi zincirlerinde, marketlerde kitabın sürünüşü sergilenmektedir adeta. İyi, nitelikli kitapların satıldığı kitabevleri ise teker teker hayatımızdan çıkmaya yüz tutmuş durumda. Beyoğlu’nun Pandora’sı, Robinson’u, Mefisto’su ve daha niceleri direnmektedir.” Hal böyle olunca da kültürel bir birikimden bahsetmek olanaksız hale geliyor. Andaç’ın altını çizdiği üzere “Bilgi üretemeyen toplum hiçbir alanda kültürel bir birikim var edemez. Uzmanlaşma, derinlik, yoğunluk… Öte yanı meraklı/tutkulu bireyi yetiştirecek bir aile/okul ortamı… Bunların önünü kestiğinizde; birçok şeyin yolunu da kapatıyorsunuz demektir.”
İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu görmeden yazamayız
Bugün kültürel erozyon ve çürümüşlük neredeyse bir salgına dönüşüp hepimizi kırıp geçirecek boyutta ve Andaç bu kitapta salgının belirtilerini, doğurduğu ve doğuracağı sonuçları gözler önüne serer. “Image maker” denetimi altında, popüler bir fotoğrafçının eşsiz kareleriyle gazete ve dergilerde boy göstermeye çalışan, adeta yazdığı kitabın kahramanı olmak için çırpınan romancılardan, yanlı/yanlış tutum sergileyen, kitap eleştirisi okumanın mümkün olmadığı kitap eklerine, gazeteci olmak isteyen yazarlardan, yazar olmak isteyen gazetecilere, kütüphanesizleştirilen, kitabevsizleştirilen toplumdan, şark kurnazlığı yapan yayıncıların emek sömürüsüne −çeviri intihali, telif ödememe, yayın haklarını ihlal, bandrol dışı basım, sözleşmesiz yayın− varana dek daha pek çok kültürel erozyona, kültürsüzlüğümüzün dört mevsimine tanık olmamızı sağlar bu denemeler. İçinde yaşadığımız dünyanın, onun bir parçası olan kültür-sanat arenasının sorunlarını görmek, göstermek, üzerine gitmek hepimizin boynunun borcu. Andaç’ın dediği gibi “İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu görmeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.” Ya da denebilir ki yazdıkları edebiyat değildir. Çünkü yazar, yaşadığı çağın sorunlarını/sorumluluğunu sırtında taşıyandır ve dünyaya, gören gözlerle bakmak ve gördüklerini aktarmak zorundadır. Yoksa, Elias Canetti’nin dediği gibi “Edebiyatın görmediği şey olmamış demektir”.
Dergilerde yazarak yol almak
Peki hep kış, hep ayaz, hep hazan mı hüküm sürmektedir kültür-sanat alanında? Elbette hayır, bahar da vardır yaz da. Örneğin Andaç’ın dergi çıkarmak, dergide yazmak üzerine söyledikleri, bahar kıpırtısı/bahar sevinci uyandırır insanda. Dergiler hep hayatında olmuştur Andaç’ın ve dergilerde yazarak yol almanın önemini/cesaretini Asım Bezirci, Fethi Naci, Adnan Özyalçıner, Hayati Asılyazıcı ve Kemal Özer’in yakınlıklarından öğrenmiştir. “Dergilerde yazmak edebiyat duygusunu besler, yazan insana iyi gelir; çünkü her dergi biraz da yazının mutfağı, edebiyatın laboratuvarı, kültür ortamının belleğidir” der Andaç ve dergicilikteki tüm sorunlara rağmen dergi çıkarmak/kurmak düşüncesinden hiç vazgeçmediğinin, bu düşünceyi her daim canlı tuttuğunun altını çizer. Andaç’a kulak verecek olursak kültürsüzlüğümüzün bu kara kışını atlatabilmenin yolu da yazmaktan geçer: “Çok sözdense, az sözle yol alıp; yazmalı yalnızca. Yaza yaza ancak bu ‘kültürsüzlüğümüzün kışı’ndan geçebiliriz ancak.”
Elif Şahin Hamidi – edebiyathaber.net (29 Mayıs 2019)