Söyleşi: Can Öktemer
Dünyevilik ve kutsallık tarih içerisinde farklı şekillerle tanımlanmış ve yorumlanmıştır. Özellikle 18. yüzyılda ortaya çıkan Aydınlanma hareketiyle, yeni bir değerler sistemi ortaya çıkmış, bu bağlamda bu iki kavram farklı şekillerle kendilerine yer bulmuşlardır. Özgür Taburoğlu’nun 2000’li yılların başında yayımlanan Dünyevi ve Kutsal: Modernlerin Maneviyat Arayışları kitabında, dünyevi ve kutsal olanın modern öncesi ve sonrası durumunu ele alıyor; bu kavramların özüne inmeye çalışıyor. Büyüsünü yitirmiş dünyanın kutsallarını, dünyeviliğini arıyor. Batı ve doğu hattına bakıyor; Avrupa resim sanatı geleneğiyle, minyatür sanatını kıyaslıyor. Modernliğin içerisinden başka türlü bir maneviyat arayışla ortaya çıkan romantikleri inceliyor. Kendisiyle geçtiğimiz günlerde yeni baskısını yapan kitabı üzerine konuştuk.
–Dünyevi ve Kutsal: Modernlerin Maneviyat Arayışları kitabınız geçtiğimiz günlerde yeni baskısını yaptı. Klasik bir soruyla başlayalım öyleyse, bize kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?
2000 yılına birkaç hafta kala yeni binyıl kutlamaları sırasında ortaya çıkan bir düşünceydi. O zaman metnin muhtemel başlığı, meselesi farklı bir şekilde kendisini duyurdu ama özellikle Metis Yayınları’yla yoğun bir değerlendirme süreci sonrasında böyle bir çalışma ortaya çıktı. Yeni binyıl kutlamalarının bir özelliği de özellikle binyılcı mitolojinin yarattığı yarı dünyevi diyebileceğim gösterilerdi. Sinemalarda peş peşe şeytanın yeryüzüne indiği filmler de gösterime girmişti. Şeytanın eli kulağında geri dönüşü, dünyeviliğin en görünür sunumlarından olan yılbaşı eğlenceleri ve bilmediğim başka şeyler bir araya gelip bana yaklaşık sekiz yıl peşine düşeceğim bir başlık hazırlamış olabilir. Zaten sonraki metinlerde de, “Ben şu konuda çalışacağım” gibi bir ferah mizaç ortaya koyamadım. Çalışacağım konu her ne ise bir vesileyle kendini duyurdu ve sonra yıllarca elimden tutup dolaştırdı. Ama başlangıçta bu gezintiler hiç bitmeyecekmiş gibi görünse de, bir gün o mesele elimi bırakıyor. Orada metinler kesiliyor. Bir cümle daha eklemek mümkün olmuyor. Yapılabilecek tek şey, düzeltmeler, tashihler ve derleyip toparlamalar. Yani artık yazma gayreti son bulsa da “bitirdim” deme huzurunu gösteremiyorum. Daha çok hamlesi tükendi diyorum. Yoksa herhangi bir konuyu bitirmek ve hatta onun hakkında mütevazı bir soruya ve cevaba ulaşmak da zor gibi geliyor bana. Bazı başlıkları kendi vesayeti altına almış bazı isimlerin bu özgüvenini de anlaşılmaz buluyorum. Örneğin muhtemelen Nazar üzerine yeryüzünde yazılmış en kalın kitabı yazsam da, nazardan nasıl korunabiliriz diye sorsanız ne diyeceğimi bilemem. Dünyevi ve Kutsal için de sonradan şunu da ekleyebilirdim dediğim çok tema oldu ama hamlesi biten bir işe tek satır bile eklemek onun yapısını bozar gibi geliyor bana.
-Kitap boyunca modernlik onun getirdiği yeni değerler ve inanç sistemlerini sorguluyorsunuz. Bu kavramları da Aydınlanma tarihinden hareketle anlatmaya çalışıyorsunuz. Sizin de bildiğiniz üzere modernlerin kurguladıkları en önemli inanç sistemlerinin başında sekülerlik ve yeni inanç ve değerler. Bu bağlamda modernlerin tahayyül ettiği yeni dünyada dünyevilik ne anlama geliyor ve nasıl tanımlanıyor?
Daha kökensel nitelikte saydığım dünyevilikle, aydınlanmanın bir değeri, kazanımı olarak sekülerliği birbirinden ayırmak gerekli sanırım. Dünyevilik, çok daha gündelik bir görüngü. Hatta dünyeviliğin sekülerliği temellendirdiğini de söyleyebiliriz. Weber’in analizinde karizmatik otoritenin bürokrasiye şekil vermesi gibi. Ama bürokrasi ortaya çıkınca karizmatik otorite de yok oluyor. Aynı şeyi sekülerliğin de dünyeviliğe yaptığını varsayabiliriz. Sekülerlik, dünyeviliğin yarattığı bir sermayenin yönetimi ve idaresiyle ilgileniyor. Dünyevilik ve ondan ayrı düşünülemeyecek olan kutsallık, birbirine bağdaşık görüngüler olarak, sonsuzlukla bağlantı biçimleri. Dünyevi meyil, sonsuzun yeryüzünü yutmasına engel oluyor. Ama sonsuzla karşılaşmanın verimi bir öğretiyi, hatıraları da saklamanın biçimi. Çok bilinen Prometheus söyleminde olduğu gibi, ateş sonsuzluktan çalınan bir parçadır. Bütün şeytan veya deccal söylenceleri de böyledir. Hatta Hristiyan Deccal, Prometheus’un bir değişkesi gibi anlaşılabilir. Yani şeytan veya demonlar, sonsuzlukla yeryüzü canlıları arasında bazı varlıklar gibi anlaşılabilir. Sonsuzluktan, bazı öğretiler ödünç alırlar. Her dünyevi girişim de bu nedenle küçük çapta bir demonik eylemdir. Yani sonsuzluğun öğretisini yeryüzüne taşıma çabasıdır. Bu sonsuzluğu, kutsal boşluğu, başka varlıkların âlemi gibi anlamak da olanaklıdır. Örneğin şimdi bu mesafeler daralsa da, eskiden benim büyüdüğüm köye komşu bir köy bile bir sonsuzluk mesafesiyle bizimkinden ayrılabilirdi. Yolu oralara düşen köylülerimiz, orada gördüklerinden büyülenmiş ve yeni bir şeyler öğrenmiş olarak dönerlerdi. Dünyevi ilginin nesnesi sonsuzluğu sadece gökyüzünde aramamak, zamansız ve yersiz saymamak gereklidir. Sözgelimi bir çocuk büyürken sürekli böyle sonsuzluklarla çevrelenmiştir. Büyümek bir çeşit dünyevileşme girişimidir. Dünyevilik, arada kutsalın muhitine, sonsuza doğru tekrar dönmezse, orada büyübozumu başlar. Eğlenceli bir çocuk sıkıcı bir yetişkine dönüşür. Kutsalın ve dünyeviliğin uçlarında iki sofuluk biçimi bekler bizi. Oysa sonsuzla dünya arasında yer tutma ve bu aralıkta bulunma ısrarı, sanırım verimli bir ruh, beden ve zihin için gerekli gibi. Böyle bir aralık, inançla aklın birbirinin devamı olduğu bir yer ve zamana sahip. Ne aklın ne de gönlün sofuluklarına imkân vermeyen bir çekişmenin, diyalektiğin de sahası.
-Modernlik ve genel olarak aydınlanma hareketi tarihsel kronoloji açısından geçmişten kopup yeni bir zaman ve değerler sistemi inşa etmek üzerineydi. Siz de kitabınız boyunca eski ve yeni arasındaki kopuşu irdeliyorsunuz bir anlamda. Bu doğrultuda aydınlanmayla beraber modernler nasıl bir değerler sistemi kurmaya çalışmışlardır?
Modernliğin ve aydınlanmanın, Rönesans ve Reformasyon gibi ve tarih kitaplarının yazdığından çok daha kısa süre devam eden zamanları kutsallıkla dünyevilik arasında bir geçiş gibi anlatmaya çalıştım. Romantizm, özellikle bu geçişimin önemli bir parçası. Ama aydınlanma düşüncesi dünyevi bir sofuluğa yer açıyor. Yani muhtevası farklı ama biçimi benzer bir çilecilik ve dogmatizm biçimleniyor. Birçok şey arasındaki farkı muhtevasına bakarak anlama alışkanlığına sahip olduğumuzdan, örneğin aydınlanmanın hemen öncesiyle sonrası arasındaki benzerliği gözden kaçırmak mümkündür. Yani sofuluğun menşei inançtan mı akıldan mı geldiği çok ayrım yaratmamalı. Püriten dünyevi çilecilik sözgelimi tam olarak harici bir müminliktir. Bu dinin inşa zemininin öte dünya göndermelerinden kurtulması veya seküler görünümü onu dünyevi kılmaz. Dünyevilik, us ile gönül arasındaki sonsuz mesafede yaşanan bir tereddüt ve var olma ısrarıdır. Mantığını inancıyla tahkim eden ve bu ikisinin arasına yerleşen bir düşünme biçimidir. Dünyevilik, bu anlamda kutsallığı değil, sofuluğu, bağnazlığı bozar ve yere indirir. Dünyevi bir şahsiyet, tanrılara bedenler yakıştırır, onlarla sohbet eder, insanlaştırır, hayvanlaştırır ama bir kavramın bedensizliğine terk etmez. Ona göre, Allah ile kulları arasına bir başka varlık girmediğinde dindar kalmak mümkün değildir. Eskiden (ve belki şimdi de) Tanrı sayılan varlıklarla onun müminleri arasına giren üçüncü varlıklar medeniyet kurucu hükümranlar oluyorlar. Dünyeviliğin inşa aralığı siyasal gücün de gözünü diktiği bir zemin. Bu aralığa bir üçüncü gibi o kadar çok kavram, duygu, olgu, varlık girebilir ki. Böyle bir dünyevilik, bu aralığın adaletli bir geçişim olması için bir istenç içeriyor. Tanrı ve kullarının birbirini ezmesi ihtimaline, onların kırılgan, arzu dolu ilişkileri arasına giren üçüncülerin muhtemel cebrine karşı da bir direnç içeriyor. Dünyevilik, yapılaşan, üzerine kapanan, bir metafizik ören her tür inşaya karşı işletilebilir. Nesnesi Tanrı, ötedünya, devlet veya ruhbanlar olabilir. Kendi varlığını kutsalınkiyle ikâme etmek isteyen herkes bu dünyevileleştirmenin nesnesi olabilir;bir siyasetçi, okul ya da şirketin müdürü, kanonik bir düşünür, yazar veya kanaat önderi. Ama dünyevilik, zamanımızda metamorfoza uğramış şekli olarak sinizmle karıştırılmamalıdır. Yani dünyevi bir söz veya eylem, ironik, mizahi, zındık olabilir ama sinik olamaz. Çünkü sinizm, başka bir kutsallık ikonu, ikamesi olarak benlikten kaynaklanır.
-Sizin de bildiğiniz üzere aydınlanmaya birlikte dünyanın yorumlanmasında ve anlamlandırılmasında mitlere, efsanelere ihtiyaç kalmamıştı. Yaşam neden-sonuç ilişkisine dayanan bir pozitivist anlayışa göre yeniden şekillenmişti. Özellikle Brueghel’inIkarus’un Düşüşü Sırasında Bir Manzara tablosunda, sulara gömülmüş Ikarus’a kayıtsızlıkla bakan insanlar bu durumu iyi özetliyor gibi. Bu doğrultuda büyüsünü yitirmiş dünyanın maneviyatı ve dünyeviliği nasıl olacaktı?
Büyüsünü yitirmiş bir dünya varsa eğer, orada herkesin depresyonda olması beklenebilir. Sonsuz bir can sıkıntısı hüküm sürer. Bu yönde belirtiler var kuşkusuz. Depresyonla karşılaşma yaşımız her yıl biraz daha erkene taşınıyor. Ruhun yeni hastalıklarına dair tablolar her geçen gün karmaşıklaşıyor. Otizm spektrumu genişliyor sözgelimi. Ama Dünyevi ve Kutsal’ın bazı yönlerden bir uzanımı olan Kent Efsaneleri adlı çalışmamda biraz bu konulara girmeye cüret etmiş olabilirim. Orada kent efsanelerini, modern-sonrası bir inanç görüngüsü gibi anlatmaya çalışmıştım. Yani yarı bilimsel, yarı hurafe türünde anlatıların bize ne anlattığı üzerine yazmıştım. Hayatımızdaki o yaratıcı büyü kaybolmasın, tam olarak inanmasak da, sabah kalktığımda hatırlamasam bile gün içinde bir şeylere inanmaya çabalıyor olabiliriz. En aydınlık kafada bile rastlayabileceğimiz komplo teorileri bunun çok yaygın bir görünümü. Zaten inanç sahibi olmakla aydınlık bir kafadan yoksunluk bir arada telaffuz edilemez kanaatimce. Örneğin evrim kuramını tartışsınlar ve doğruya ulaşsınlar diye, bir ilahiyatçıyla bir bilim adamını karşı karşıya getirmenin kimseye faydası olmaz. İnanç görüngüsü, kendi etrafında bir mantık yaratır ve yerleştiği bağlamı aydınlatır. Ama sadece ona inananlar bu aydınlığın duyusuna sahip olabilirler. Bu bir sevgi ve duygu hâlidir aynı zamanda. Örneğin kendi çocuğuna bakan bir anne ile ona bakan bir yabancı, karşılarında aynı varlığı görmezler. İnancın böyle karmaşık biçimlerini ayırt etmeye çalıştığım ve bir çeşit kent antropolojisi kavramı olarak kent efsanesi,bir yandan da sonsuzla “sağlıksız” bir ilişkinin sonucu gibi anlaşılabilir. Yani, başka varlıklarla ilişki kurmayı becerememenin belirtileri. Hatta benim büyük bir başkası olarak kendimle olan irtibatsızlığımın da böyle bir semptomun parçasıdır. Hatta takıntıları, saplantıları da başkasına maruz kalmanın ve özünde büyülenmiş bir varlığın muhtemel hâlleri gibi anlayabiliriz. Takıntılı bir insanın bir tür dindarlık sergilediğini söylediğimde umarım beni kınamaz kimse. Onun ortaya koyduğu gibi, bizi büyülemek isteyen başkaları hemen dibimizde ama biz onlarla irtibatın yollarını, onları dünyamıza getirmenin, dünyevileştirmenin yollarını, onları aşina kılmayı beceremiyor olabiliriz. Tam tersine takıntısız, akılcı, büyüsü bozulmuş bir dünyada öylece var olmak daha sorumsuzca görülebilir. Tüm ruhsal rahatsızlıklar büyü bozumunun tam olarak gerçekleşmediğini kanıtlar bize. Takıntılı, ruhen huzursuz kimse, dibimdeki sonsuzla ve onun sakinleri başkalarıyla, bu heyulayla yan yana iken nasıl huzurlu bir varoluş içinde olabilirim gibi bir soruyu farkına varmadan sürekli kendisine sorar. Ocağı açık bırakmış olmak, kapı kollarına dokunamamak konusundaki telaşı, çekinceyi bir çeşit dindarlıkla alakalı görmüş olduk böylece.
-Modernlik bir anlamda da her şeyin gelip geçiciliğine, zamanın hızlı akışına dayanan bir inanç ve düşünce sistemi. “Katı olan her şeyin buharlaştığı” bir dönemde 18. yüzyılda ortaya çıkan romantikler, bu yeni inanç sistemini sorgulamışlar, yüzlerini sislerin arasında, doğaya dönmüşler başka bir maneviyat arayışı içerisine girmişlerdir. Siz de kitabınızda romantizm ve maneviyat arayışını detaylıca irdeliyorsunuz. Bu doğrultuda romantiklerin maneviyat ve dünyevilik arayışları nasıldı?
Bugünden geriye bakınca metnin odağında romantiklerin olmamasını biraz noksanlık gibi görüyorum. Yakın zamanda yayımlanan Tanpınar Sözlüğü adlı çalışmamda, romantizmin doğru anlaşılması bir yana, yanlış anlaşılmasının bile ne kadar verimli sonuçları olabileceğini fark ettim. Tanpınar, Tanzimat yıllarından kendi dönemine kadar, Türkiye’de edebiyat, sanat ve kültür dünyasının eksikliğini duyuran romantik ve trajik duyunun telafisiyle uğraştığını anlatır bize. Romantizmden noksanlık, duygularıyla ne yapacağını bilemeyen şahsiyetlerin hissi üretimleriyle bizleri baş başa bırakır. Özellikle fert denilen modern özne, bu hissilik içinde bir türlü belirgin çizgileriyle ortaya çıkamaz. Çünkü romantik tecrübe yetersizdir. Bu nedenle maneviyat yaratmak konusunda tinsel tecrübeleri de sathi kalır. Romantik bir eylem olarak içebakış ve dışavurma birbirinden ayırt edilemez. Romantik, duyduğunu ifadeye dönüştürmek konusunda zihinsel ve bedensel terbiyeye sahip, yoğun talimlerin sonucunda gelişmiş bir ruhsal tertibat yaratır kendisine. Kendi iç ve dış hakikatini bir manzara gibi yeniden yaratır. Cemiyete ve tabiata kendi tasarımı manzara içinden bakar ve öylece bir direnç geliştirir. Her türlü ruhsal, zihinsel ve bedensel varoluş yetilerini geliştirmeye çalışan romantikler, kutsallığın merkezine insan benliğini yerleştirirler.
Fichte’nin“Ben” dediğini bir çeşit Tanrı’dan ayırt etmek zordur. Kutsallığın geleneksel edilgen tefekkürü ve temaşası, onlarla birlikte etkin bir katılıma ve yaratmaya dönüşüyor. Romantikler, Nietzsche’den çok önce, hakikatin, sahiciliğin, keşfedilen değilicat edilen görüngüler olduklarını tatbiki olarak gösterirler. Birçoğu, bu çabanın kefaretini de öderler. Yani kendi yarattıkları bir maneviyatın, tinselliğin gönüllü müminleri olurlar.En zorunun da bu şekilde kendine sadakat, kendi olma ısrarı, istenci olduğunu defalarca kanıtlarlar. Örneğin Novalis’in bu konuda nasıl bir çaba ortaya koyduğunu biliyoruz. Özellikle Alman romantiklerinin tüm fiilleri bir maneviyat yaratma uğraşı gibi anlaşılabilir. Diğer yandan Fransız ve İngiliz romantikler, daha dışa dönük ve neşeli bir arayışa sahiplerdir. Onlar, tinsellikle donanmış yaşam biçimlerinin yaratıcıları sayılabilirler. Birçoğu, kişisel gelişim kütüphanesi içerisinde kararmış deneyimlerdir bunlar. Örneğin doğa yürüyüşlerinin, şimdi uç sporlar denilen türlü fiillerin yaratıcıları da onlardır.
-Modernlik ve aydınlanmanın yaşadığı en büyük şok ve hayal kırıklığı hiç kuşkusuz faşizm ve ardından gelen Holokost. Modernlik ilerlemeciliğe duyulan iyimserlik ve bir anlamda barbarlığın bitişine işaret ediyordu. Holokost deneyimi bu inanç sistemini derinden sarsmıştı. Kitabınızda faşizm, dünyevilik ve modernlik kavramlarını bir arada değerlendirmeye çalışıyorsunuz. Bu doğrultuda faşizm ve dünyevilik arasında nasıl bir ilişki olduğu söylenebilir?
Faşizm, kitlelerin ruhlarıyla nasıl oynayacağını, Spinoza’ya gönderme yaparsak, onlarda “ruhsal dalgalanmalar” yaratmayı bilen yönetsel tertibatın bir üretimi gibi anlaşılabilir. Faşist düzenek, kitleyi biyosiyasal uygulamalar yardımıyla toplu bir bünyeye dönüştürüp, kendi yarattığı zihinleri ve bedenleri sonrasında mobilize etmeye dönük derin bir arzu sayılabilir. Özellikle muhtevası türdeş sayılan toplu bünyenin, maneviyat tasarımlarıyla, kutsallık duyusuyla oynayarak, onları bir yerden bir yere doğru taşımak, harekete geçirmek gibi anlaşılabilir sanırım. Faşizm, kitlenin belirli hızlarda ve yavaşlıklarda askeri bir güç yaratmak adına seferber edilmesi konusunda bir teknik gibi de tarif edilebilir. Bu işleyişin uyrukları olarak faşist yurttaş, akıldışı görünse de bir inanç görüngüsü peşindedir. Yani bütün cürümleri gibi görünen bir dindarlığın muhtemel biçimleri gibi anlaşılabilir. İnançlarını aklının önüne yerleştirmiş bir mümin, sadece iyi, edilgen eylemler ortaya koymaz. Romantikler sözgelimi, böyle bir yurttaşın iç dünyası nasıl çalışır, nasıl harekete geçer ve nelere gücü yeter gibi konularda faşizme doğrudan katkı sunar. Ama zaten romantizmin katkı sunmadığı bir alan yoktur. Onların maneviyat yaratmanın biçimlerini, öznesini ve nesnesini bizzat kendi deneyleri, düşünümleri sayesinde ortaya koyarlar. Kant da bunu söyler örneğin. Yani tüm dinlerin, inanç yönelimlerinin temelindeki ahlak yasası boş bir formdur, biçimdir, kategoridir. Bu yasanın içeriğinin ne olduğuyla ilgilenmez. Saf aklın harekete geçirdiği bir istenç kendisine inanç görüngüleri bulur. Aklın soyut biçimleri kendisine nesneler bulur. Faşizmin bu anlamda aydınlık bir kafa ile inançlı bir yüreğin ortak girişimi gibi anlamak doğru olabilir. Yani faşist kimse akli yetilerini yitirmiş bir kimse değildir. Tam tersine güç istencinden takatini alan bir akılla inandığını hayata geçirme kararının sonucudur; öznesi devlet ve nesnesi de kitle olan.
–Çalışmanız ağırlıklı olarak Avrupa tarihi hattı üzerinden gidiyor. Çalışmanızı ağırlıklı olarak Avrupa merkezli yorumlamanızın nedeni neydi?
Evet bunu ben de bir noksanlık sayıyorum. Müslüman Şark dünyasına dair bazı başlıklara dair, özellikle geleneksel sanatlar üzerinden bir değerlendirme yapmaya çalıştım. Yer yer Tasavvuftaki dünyevilik meylini yoklamaya çalıştım. Ama Batı dediğimiz ikonsever kültürlerdeki dünyevilik çok güçlü bir motif olduğundan, sözgelimi Rönesans sanatı üzerinden bir tartışma açmak daha verimli ve kestirme gibi görünmüş olabilir bana. Ama bir minyatürdeki dünyeviliğe dair zındık diyebileceğimiz kıpırtıları görmeye çalışmak da çok değerli göründü bana. Dünyevilik, ikonsever veya ikonkırıcı olsun, sofulukları, bağnazlıkları aralama meyilleri, âdeta dünyada bulunuşun bir gereği gibi anlaşılmalıdır. Yani üzerinize kapanan örtüleri, perdeleri, etrafınıza çekilen duvarları, metafizik kapanımları gayriihtiyari açma, yavaş yavaş da olsa yırtma girişimi. Ama bu direnç kaybolduğunda, örtüler de tekrar üzerinize geriliyor. Şark denilen ve ikonkırıcı tahayyülün doğusu gibi tanımladığım coğrafya, bunu daha çekingen ve yavaşlıkla yapıyor sanırım. Ama ikonsever dünya, bir çeşit hoyratlıkla bu dünyeviliği hayata geçiriyor. Sömürgeci düşlerin arkasında da bu şekilde erkenden açılan gözleri, kulakları, dünyaya erkenden sağlamca yerleşme tavrınıbulabiliriz. Bu gözüaçıklık sayesinde, kartografi kültürü çok erkenden gelişiyor. Şark da kendisinin zamanında nasıl göründüğünü misyonerlerin, hacıların bu tasvirlerinden, haritalarından öğreniyor. Dünyanın, üzerinde kaybolmaktan korkulması yersiz aşina bir yer parçası olduğunu ikonsever bir zihin erkenden fark ediyor. Manzarayı yukarıdan bir yerden bir harita mesafesinden ve güvencesinden görmek mümkün oluyor. Manzaranın keşfi de ilk kez Batı’da gerçekleşiyor. Manzaranın keşfi ile sömürgeci eylemleri zamandaş görebiliriz. Oysa ikonkırıcıdünyada dünyevi meyil geç geliştiğinden ve dolayısıyla manzara erkenden keşfedilmediğinden, dünya, hâlâ ötedünyanın gölgesi altında ve karartılarla dolu, sırlı, hülyalı, rüyalı bir yer olmaya devam ediyor. Sadece resimlere değil, yazılara da yansıyabilir bu gecikme. Örneğin bir taraftaki romanlar yazarken, diğer tarafta daha çok manzum eserler kaleme alınır; nesir formunda en fazlasından bazı tahkiyeler ortaya çıkabilir. Kuşkusuz bu gecikme, bir gerilik veya ilerilik değildir. Ama manzarayı erkenden keşfedenler, dünyanın geri kalanını sömürgeci niyetlerle herkes uykudayken yol almaya başlayıp, başkalarını kendi rüyalarına araç etmeye başlıyorlar.
-Modernlik bir anlamda kıtalar arası bir kopuşu da simgeliyordu. Doğu ve Batı çok ayrı iki inanç sistemi ve kültürü simgeliyordu. Bu doğrultuda maneviyat arayışları bağlamında Doğu-Batı dikotomisi nasıl bir hat üzerinde durmaktadır? Bununla beraber özellikle o dönemki Rönesans resim sanatı ve klasik minyatür sanatı arasında bir bağ kurulabilir mi?
Bir önceki soruda da biraz değindim. Resim, Söz ve Yazı adlı başka bir çalışmamda Dünyevi ve Kutsal’da bir izlek olarak ortaya çıkmış bir konuyu derinleştirmeye çalıştım. Doğu ve Batı gibi iki farklı kültür dairesi ve bununla bitişik bir kozmoloji varsa, ikonkırıcı dünyanın doğusunda ve batısında olmak gibi bir fay hattı bu ayrımı mümkün kılıyor gibi. Bu yeryüzü kırığı, zamanla çok geniş bir aralığa ve belki de uçuruma da dönüşüm olabilir. İkonkırıcılık, resim yapmayı sevmek ya da sevmemek, doğalcı temsilleri, suretlerin çizilmesine dair bir hiddet gösterisi değil sadece. Resimle dünyayı anlamak ve anlatmak dünya üzerine yerleşmenin daha kestirme bir yolunu sunuyor gibi. Diğer taraftaysa, mademki gönül rahatlığıyla resim çizemiyorum, ben de seslerin dünyasında daha katılımcı olurum gibi bir jest kendisine yer açıyor. Jacques Derrida biliyorsunuz tüm Batı’yı ses-merkezli bir metafizik içinden okuyor. Ama Batı resim-merkezlidir sanırım. Yani phonocentric değil de graphocentric bir âlem gibi anlaşılabilir. İmgenin resimli hâli orada ayrıcalık kazanıyor. İkonkırıcı meylin, hattın, fayın doğusunda ise daha sesli, sözlü, konuşmalı bir başka âlem biçim buluyor sanırım. Ama nasıl ki dünyevileşmeden bu dünyada yer ve zaman tutmak, dolayısıyla yaşamak olanaksızdır, sadece seslerin yardımıyla var olmak da imkânsızdır. Tarihyazımı, biraz da Şarkiyatçı bir yaklaşımla, Doğu’da resim yoktur dese de, resim çizme arzusu bu coğrafyada da kuşkusuz izlenebilir. Resim, Söz ve Yazı adlı çalışmamda“imge” olarak tarif ettiğim ve resimlerin, sözlerin, yazıların ve edimler terkibi, her zaman ve yer parçasında farklı bir bileşim ortaya koyuyor olmalı. Bazen imgenin resimli, bazen sözlü, bazen yazılı, bazen de pratik tarafı belirginleşiyor. Ama modernlik olarak adlandırdığımız bir başka zaman parçası da tüm bunları birbirinden ayrı alanlar, uzmanlıklar gibi işaretliyor. Duyu ve ifade alanları arasına kenarlar köşeler yerleşiyor böylece. Örneğin her ikisi de resim çizme, dünyayı canlı renklerle görme arzusunun karşılığı olan Rönesans resmi ve nakkaşlık geleneği, birbiriyle alâkasız sayılabilir bu durumda. Oysa ayrımları unutmadan, bu ikisinin de dünyayı görme ve onunla büyülenmenin kipleri olduğunu fark etmek mümkündür. Ama biraz önce de söylediğim gibi, ferah bir tuvalle, canlı bir renk paletiyle ortaya çıkan ikonsever tarafta, dünyayı görmek ve dolayısıyla onu işgal etmek kolaylaşıyor.
-Günümüzde hiç olmadığı kadar bir nostalji patlaması yaşanıyor. Herkes mutluluğu ve huzurukendi geçmişinde arıyor gibi… Hâlbuki modernler gözlerini hep ileriye dikmişlerdi. Siz geldiğimiz bu nokta için ne demek istersiniz? Gelecek artık vaat ediciliğini yitirdi mi?
Nostalji ve melankolinin nesnesini kendisinden ayırmak gerekir. Yani zamanına yerleşemeyen, Byung-Chul Han’ın “diskroni” dediği, çivisi çıkmış bir zamandan mustarip insanlar için geçmişe sığınmak bir semptom gibi anlaşılabilir sanırım. Yani geçmişi özlemekten çok, şimdiye dair huzursuzluk ve zamanımızla ne yapacağını bilememek gibi de anlaşılabilir. Han’ın biraz sorunlu kavramlarına başvurursam, zamanla kurulan “dolu”, “sahici” bir alâkanın yitimi gibi de tasvir edilebilir. Bir de modern bir yönelimi, ileriye bakma becerisini, varoluşçu kendini geleceğe doğru atma yatkınlığını kaybetmek olabilir. Tabii biz biraz sorunlarımızı sadece kendimizin saydığımız için bunun topluca çözülecek bir hâl olduğunu unutuyoruz. Oysa benim nostaljim, melankolimden başkaları da sorumludur. Genellikle sorunları bir kişisel gelişim muhtevasına indirgiyoruz. “Melankoliyle nasıl savaşırım” gibi. Benzer bir şekilde uykusuzluğumuzu kendi bireysel sorunumuz sayabiliriz. Ama insomnia, dünyayla, varlıklarla, başkalarıyla doğru ilişkiler içerisinde olamamanın bir sonucu olabilir. Örneğin ayıların artık kış uykusuna yatmak konusunda gösterdikleri direnç, erkenden uyuyup zamansızca uyumalarıyla, benim insomnia hâlim aynı bedbahtlığın yüzleri olabilir. Benim karmaşıklaşmış yaşamıma, gelecekten ve şimdiden umudumu kesmiş doygunluğuma artık sistem arzu nesneleriyle ikmal yapamayınca uykum kaçıyor, umudumu yitiriyor olabilir miyim diye de sormak icap edebilir. Hayatımızdaki diyalektiğin de son bulduğuna dair bir işaret olabilir nostalji sanırım. Yani başka, olumsuz, farklı olanla karşılaşma becerisinden bir yoksunluk belki de.
-Aydınlanmanın bir getirisi olan pozitivist bir yaklaşımla hayatı yorumlamak bir süre sonra krize girmiş, özellikle 1970’li ve 90’lı yıllarda Doğu mistizmine yönelme, yoga ve new-age inanç kültürleri modern kapitalist ülkelerde çok ilgi görmüştü, halen de görmekte. Siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz? 18. yüzyıldan bugüne maneviyat arayışının bu denli şekil değiştirmesi nasıl okunabilir?
Aydınlanma Çağı kendi verimini Tanrı’dan yüz çevirmeye borçlu değil bence. Daha ziyade deist diyebileceğimiz bir yarım dindarlıkla, yeryüzüne bakma ısrarının sonucudur. Yani Tanrı’nın varlığından şüphe etmeyen ama ona artık arkasına yaslanmasını, kendi yarattığı bu son derece büyüleyici dünyayı anlamayı ve anlatmayı yeryüzü sakinlerine bırakmasını tembihlerler. Kant ve Descartes’ı okuduğunuzda bir inanç krizini fark edemezsiniz. Ama özellikle romantiklerin maneviyat zemininde Tanrı’nın yerini insan benliği aldıkça, Nietzsche’nin Tanrı’nın ölümü dediği hadise de gerçekleşmiş olur. Oysa deizm çok güçlü bir dünyevileşme vektörüdür. Örneğin Türkiye’de deist inanç motiflerindeki artış iktidar için sanırım bir telaşa neden olmuştur. Çünkü Tanrı yeryüzünden elini çeker. Kullarını yakından izlemeyen, denetlemeyen kutsalın gözü geri çekilince, orada yeni maneviyat biçimlerine yer açılabilir. Dünyaya dönük ilgileri kaybolan ötedünyalı güçler, dünyevi hayal gücünü de serbest bırakmış olurlar. Böyle bir zeminde biraz da keyfi şekillerde biçimlenen newage dindarlığıyla herhangi bir dindarlık arasında biçimsel olarak çok fark görmemek gerekir diye düşünüyorum. Tüm inanç görüngülerinin, akıl almaz olanların bile, dünyayla bir münasebetin, yeryüzüne değmiş bir gökyüzünün, sonlu olana temas edip geçmiş bir sonsuzluğun hatırası, belki de melankolisi gibi de anlamak olanaklıdır.
Hepsinin kendisine mesut bir geçmiş, mitik bir asrı saadet yaratmasından bu anlaşılabilir. Dindarlığın her biçimi, ne gökyüzünde ne de tam olarak yeryüzünde huzuru bulamayan, aklı ile istenci, zihni ile kalbi arasında bir yerde bulunmak isteyen bir türün biçim olarak benzer ama muhtevası sınırsız bir insan etkinliği gibi anlaşılabilir sanıyorum. Ama kent efsaneleri üzerine dile getirdiğim gibi, zamane mistisizmi ve müminliğinde bazı tanrıların, tinsel yapıların bu kadar göz önünde olması bize ortaya çıkanı bir şarlatanlık gibi gösteriyor olabilir. Din, kadim, zamansız ve yersiz bir hakikatin muhiti gibi anlaşılıyor. İçine doğduğumuz, tinsel tabiatımızı borçlu olduğumuz, mantığımızı aşan bir çerçeve gibi. Bu sebeple zamane dindarlığının, çok ortalıkta ve fazlasıyla dünyevi görüntüsü akıl almaz geliyor. Ancak Maradona’nın sol eline tapan küçük çaplı tarikatın üyeleri, bu uzvu gerçekten “Tanrı’nın Eli” sayıyor olabilirler.
Onların samimiyetinden kuşkulanmamak gerekir. Dindar kişi, duyularını aklını, hafızasını, muhayyilesini inancının emrine verir. Yani inandığı her ne ise, etrafından ona dair tanıklıklar toplar, inanç kendi hakikatinin renkleriyle yeryüzünü boyar ve mucizevi bir yer olmaya devam eder. Nostaljiye, melankoliye orada yer kalmaz. Ama bu keskin zekâlı ve arzuları, duyguları ayaklanmış, malumatfuruş zamane sakinleri için herhangi bir inanç görüngüsü çok kısa zamanda meşru olmaktan çıkıyor olabilir. Geriye büyüsü bozulmuş bir dünya kalır bu durumda.
edebiyathaber.net (3 Haziran 2019)