Edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son dönemde okuduğu kitapları bu defa yakınlarının gözünden mercek altına almaya çalıştık. Yazar, şair Nalan Çelik’i, annesi Sevim Çelik’i ile konuştuk.
1) Yazılarını nerede oturup yazar? Yazarken denk geldiğinizde o an yaşadığınız ilginç bir anınız oldu mu?
Nalan her yerde yazabilir. İş yerinde, otobüste, kır gezisinde, tam yemek masasına oturduğunda, araç kullanırken, uyumak için odasına gittiğinde, kalkıp birden yazabilir. İnceleme yazısı ya da öykü yazacaksa aklı başındadır. Notlarını alır, alıntı yapacağı kitapları seçer ama yazacağı şiirse aynı benim gibi olur. Kulakları az işitir, gözleri az görür. Sanki evde değil, ben onun karşısında ya da evde değilim gibi davranır. Böyle zamanlarda sıkça ‘kızım çay karardı, salata pörsüdü, yemek soğudu’ derim. Yine bu cümleleri kurduğum bir gün koşarak arka odaya gitti, bir süre bekledim. Biliyorum beklemem gerektiğini, çünkü gelmez, yanına gitsen boş boş bakar. Geri döndüğünde ‘bak işte şiirimizi yazdım’ diyerek okumuştu çok sevdiğim ‘Annem Öyle Söyledi’ adlı şiiri; “Sen artık şiir oldun dedi annem/ kızım nerede/ şiir ve kızım aynı şey mi/ aynı olmalı/ kandırmamalı şair/ hiç olmazsa şiiri/ annem öyle söyledi.”
2) Kızınızla yazı/okuma üzerine neler paylaşırsınız?
Nalan dışarı çıktığında mutlaka kitaplarla döner. Kitapları benim odama bırakır. Önce benim kontrolümden geçer, okumaya başlayacağım kitabı seçerim. Öbürlerini ona veririm. Nalan okumaya başladığı bir romanı, öykü kitabını paylaştığımız ortak zamanlarda, yemek, kahvaltı gibi ‘bütün ayrıntılarıyla, renkler, çiçeklar, rüzgâr, kuşlar, ‘hah işte bu’ dedirten alıntı cümlelerle soluksuz anlatır, hatta bazen bir şiiri ya da romandan bir bölümü yanıma gelir okur ve ağlar, kimi zaman okumasını sürdüremez ağlamaktan. Neden ağladın diye sorduğumda genellikle cevabı aynıdır. ‘Anne ya, bu kadar da iyi yazılmaz ki.’ Paylaşım demişken bir akşam Nalan’ın yazar arkadaşları gelmişti eve. Beni sorguya çekiyor gibi bir halleri vardı. Bir şairin annesi okuyor mu okumuyor mu gibi? Konuşmanın gidişatına göre onlara şu cümleleri kurduğumda epeyce bir şaşkınlıkla bana bakıyorlardı; “Madam Bovary olup düş kurmaktansa, Anna Karenina olup düşlerimi gerçekleştiririm. Benim düşüme yetişemiyorlarsa, olmadı ölürüm.
3) Yazdıklarıyla ilgili sizden ne tür fikir/ öneri alır?
Nalan şiir yazmaya başladı mı yandım. Odama gelir gider okur. ‘Oldu mu, oldu mu anne’ diye sorar. Bu arada sevdiğim bir dizi varsa, o şiirini okurken kumandaya basıp televizyonun sesini yükseltirim ki dikkati dağılsın, baktım gitmiyor ‘bu şiir akmıyor’ der kurtulurum. Cebelleşir durur şiiri yazabilmek için odalarda. Sabaha kurtuluşum yoktur, daha epeyce çalışacağı şiirini okur yine.
Çoğunlukla aile büyüklerinin yaşam tarzlarını, alışkanlıklarını, tarlada kadınların nasıl çalıştığını, ne yemekler yaptığını, domatesin kokusu, elma dolu bir odanın, ipe dizilmiş kurumaya yüz tutmuş tütün dolu bir odanın kokusunu, ışığını, renklerini, mandaların çamurda yatışını, kör sinekleri, ıhlamur ya da çorbayla yapılan sabah kahvaltılarını, kuzuları, hindileri, tekerlemeleri, manileri, annemin anlattığı masalları, daha bir çok şeyi bir daha bir daha anlattırır.
4) Yazı yazarken vazgeçemediği ritüelleri nelerdir?
Evin her köşesinde uçları sivriltilmiş hazırda kalemler vardır. Kurşun kalemle yazmayı sever. Sırt çantasında mutlaka bir not defteri, en az iki kalemi, (birini kayberdersem diye) okunacak bir kitabı vardır. Yazmaya başladığında beni uyarır; ‘Anne aklım pek yerinde değil, ocaktı, banyonun ışığıydı, daire kapısıydı, lütfen sıkça kolaçan et’ der. Hepsi açık kalabilir, çünkü o başka bir dünyaya geçmiş gibidir. Kaç kez yumurta kaynatırken suyu bitip de bomba gibi patladığı olmuştur.
En çok yazmayı sevdiği oda salondur. Televizyonun karşısındaki koltuğu yıllardır aynı örtüyü saat18.30 civarında, namaza başlamak üzere seccadesini serer gibi örter. A4 kâğıtlarının yarısını kullanır. Bu kâğıtların başlığına her akşam bir sonraki -gün, ay, yıl- tarihlerini yazar. İlk sıralarda günlük ne işler yapacağını (fatura ödeme, alışveriş, çiçek sulama, yemek, makine kurma, sağlık ocağında annemin ilaçları yazdırılacak, duş alacağını bile yazar) sonra sayfanın ortasından enlemesine bir çizgi çeker ve edebiyata ilişkin yapacaklarını nor eder. Mesela; ‘başladığın şiiri toparla, yarın bitmiş olsun, şu dergiye yazını üç güne yetiştir, kitap dosyanı bir haftaya tamamla, o gence kitap gönder, şu etkinlik için kıyafet-takı-pabuç bu geceden hazırla, şu etkinlik için on dakikaklık bir konuşma hazırla, iyice sindire sindire çalış yazını’ tüm bu notlar alınırken, bir gün önceki notların tamamlanmış olanlarının üstü çizilir, tamamlanmamış olanlar ki çok azdır, günlük listeye yuvarlak içine alınarak (kendine aciliyeti duyurmak için) not edilir. Bu arada televizyon açıktır. Radyo gibi dinler; ‘Sevmediğim bir hocanın sevmediğim dersini dinler gibiyim, yine de tersinden dinliyorum onu, neler dönüyor anlamak için’ der.
A4 kâğıdıyla işi sürerken (bu arada ben ona yıllar önce ‘hamam böceğim’ diye bir ad taktım çünkü sıraladığı işleri yapmak üzere odamın önünden bir o yana bir bu yana bazen kapılara çarparak çiçek sular, her odanın penceresini açıp… ay, güneş, hava durumu, sitede konuşulanlar, çamların, akasyaların kokusu, araçların üzerinde uyuyan köpekleri, siteden geçip okula giden öğrencilerin şakalaşmaları, komşunun torunun ilk top oynayışı) hamam böceği koşuşturması da vardır evin içinde.
5) Son olarak, elinde en son gördüğünüz kitapları öğrenebilir miyiz?
Son bir ay içinde Virginia Woolf’ün ‘Perde Arası’, Jakob’un Odası’nı okudu, ‘anne Yunanistan’a gitmeden Jakob’un Odası’nı okusaymışım, nasıl bir anlatmak Atina’yı’ dedikten sonra kitaptan bir alıntıyı kağıda yazıp, salonda tam görebileceği bir yere yapıştırdı. Gelip gidip bende okuyorum; “Ömrüm boyunca her yıl Yunanistan’a gelmek istiyorum,” diye yazdı Jacob Bonamy’ye. Gördüğüm kadarıyla insanın uygarlıktan korunmak için tek şansı bu.” alıntısını, Jakob’un bir daha Yunanistan’a gidemeyeceğini anımsayarak. Kızım belki yine gider Jacob’un Yunanistan’ına. Woolf’ün ‘Kendine Ait Bir Oda’ kitabını okurken kadınların çoğunluğunun ‘kuyruksuz Manx’ kedisi haline getirilişini dert edindi, uzunca zaman Manx kedilerini araştırdı, anlatıp durdu, onların bir duvara ya da bir ağaca sıçrayamacaklarını. Woolf’ün yıllardır okuduğu bütün kitaplarında gördüğü Shakespeare hayranlığının açıklanmasını okuduğunda ‘Anne ben şimdi kovmak ve hazmetmeyi öğrenemediğim için bütün yazdıklarımı çöpe mi atayım?’ diyerek kitaptan bir bölüm okudu; “ Shakespeare üzerine bu denli az şey bilmemizin nedeni, duyduğu kinlerin, kızgınlıkların ve nefret ettiği şeylerin bizden saklanmış olmasıdır. Bize yazarı anımsatan herhangi bir açıklama ile yolumuzdan alıkonmuyoruz. Karşı koymak, yol göstermek, bir haksızlığı açığa vurmak, bir şeyin öcünü almak, bir güçlüğe ya da acıya dünyanın tanıklık etmesini sağlamak arzusunun tümü onun bedeninden kovulmuş ve hazmedilmiştir. Bu yüzden dehası hiçbir engelle karşılaşmadan, özgürce ortaya dökülebilir. Yeryüzünde yapıtını eksizsiz dile getirebilmiş biri varsa o da Shakespeare’dir.
Cenk Kolçak’ın ‘Akbabalar Çağında’ adlı şiir kitabını okudu. ‘İşte benim dizelerim, sanırım senin de hallerini anlatan diyerek çevremde tur attı; “Her gece her gece/ Kendi kavını döken bir kadın ağzıyla/ devinip durdum tanrıya/ kalbi öz suyuyla dolu bir gök, kaynağını nasıl kurutur diye”
Şimdi de hemen hemen bütün kitaplarını okuduğu ve çok sevdiği yazar Vecdi Çıracıoğlu’nun ‘Son Voli’ romanını okuyor. Yandım ben, gelir gider romandan bölümler anlatır, okur. ‘Anne ya, bu Çıracıoğlu var ya renklerin kaç tonunu, denizin kaç tarifini, ağaçların ve yağmurun kokusunu, ‘Şiirin işçi semtlerinin yok oluşunu’ nasıl muhteşem anlatıyor. Bak, çok sevdiğim kıyı ve bankları nasıl anlatmış diyerek izlediğim dizinin bir çok sahnesini kaçırdım dün akşam; “Bank eşittir kıyı, İngilizce scamp kelimesinden türedi, derler. Scamp eşittir serseri… Her kıyı, öğreticilerinin bilge serseriler olduğu bir Epikür bahçesidir.” Meltem işte böyle. Dizilerim olmasa, ya da Nalan o saatlerde uğramasa odama, Woolf’ün odalarında dolaşsa daha iyi olur. Bu arada, ben de, Nalan’a henüz vermediğim iki kitabı, içlenerek ve ağlayarak okuyorum. Adnan Özyalçıner’in ‘Hep Seninle-Sennur’la Konuşmalar’ ve Nilgün Sezeralp’in ‘Babalar Da Birer Kuştur-“Babam Ruşen Hakkı’ya” kitabını.
edebiyathaber.net (6 Haziran 2019)