Tanrı’nın Biyografisi, Kenan Çığır’ın 2018 yılında Ozan Yayıncılıktan çıkmış romanı. Önsöz, E Gazete Genel Yayın Yönetmeni Kazım Doğan tarafından kaleme alınmış.
Kitap, Kenan Demir’in “Kendi kendimize konuşmakla, kendimizle konuşmak arasındaki fark; deli ile filozof arasındaki farka benzer.” sözüyle başlar. Bu söz, bize ilk sayfadan son sayfaya dek, kendi iç sesiyle konuşan bir başkarakterin tüyosunu verir.
Başkarakter Erkan Demir, kırk dört yaşında bir gazeteci ve biyografi yazarı olarak karşımıza çıkar. İngilizcesi ve Fransızcası çok iyi düzeydedir. Buna rağmen, kavgacı, aceleci ve peşin hükümlü tavırlarının sonucu olarak, hiçbir işte üç seneden fazla çalışamaz.
Alışkanlıklarından asla vazgeçmeyen, sabit bir kişilik profili çizer: “Kalbimin ve ruhumun bir yerlerinde tutuculuk vardı. Hep gittiğim tatil yerlerine gitmeyi, hep aynı meyhanede içmeyi, dinlenmek ve kafa dağıtmak için, aynı ortamlarda bulunmayı seviyordum.” (s.114)
Eşi Derya, Erkan’ın aksine, yumuşak bir kişilik sergiler. Olaylara son derece sağduyulu yaklaşır. Erkan, Derya’ya karşı tutkulu bir aşk besler. Onun kendisine “cancağızım” diye hitap etmesinden çok hoşlanır. “Bir kadın, sevdiği adama bakıp bu kadar mı güzel cancağızım derdi?” (s.21)
Olaylar 2014 Mayısının sonunda başlar. Erkan, önce işten kovulur. Sonra, çalışkan ama kendisi gibi kavgacı kızı Deniz’in vukuatı yüzünden okula çağrılır. Bu arada, kırklı yaşlarda, son derece nazik, hoş, bakımlı ama aynı zamanda, fazlasıyla dominant bir kadın olan Saint Boint Fransız Lisesi müdiresini tanırız. İleriki bölümlerde adının Başak olduğunu anlarız. Erkan, teşekkür etmek için odaya girdiğinde, Başak’ın telefonu karşıdakinin yüzüne kapatarak sonlandırdığı bir görüşmeye şahit olur: “Serhat, sen beni dinlemiyorsun. Tanrı bile olsan, artık seninle bu konuda görüşmek istemiyorum.” (s.17)
Bütün bunlar olup biterken, Akra’dan gelen bir telefonla Erkan’ın, neredeyse hayatı değişir. Akra’nın, Afrika kıtasının batısında yer alan Gana Cumhuriyeti’nin başkenti olduğunu öğreniriz. Gana, “savaşçı kral” anlamına gelir. Kitabın sonlarına doğru bu savaşçı ruhun tarihsel bir boyutu olduğuna şahit oluruz. “Elmina Kalesi’ni görmediysen, gör lütfen. Bu topraklarda özgür doğup köle tacirleri tarafından yakalanarak kaleye hapsedilen ve binlerce kilometre uzağa satılan insanlarımızın çığlıklarını hala duyabilirsin.” (s.132)
Telefondaki sesin sahibi Pumza, kendisini, yönetim kurulu başkanının asistanı olarak tanıtır. Kocaman gözleri, büyükçe ağzı, simsiyah parlak cildi, afro saçlarıyla, güzel bir kadın olarak karşımıza çıkar.
Makafui adındaki, altın madenleri işleten, bir şirketler grubunun yöneticisi Xolawuba, biyografisini yazdırmak ister. Erkan Demir’den Akra’da bir ön görüşme talep ederler. Xolawuba’nın “Tanrı”, Makafui’nin “Tanrı’ya şükürler olsun” anlamına geldiğini öğreniriz. Acaba böyle önemli bir adam, biyografisini yazdırmak için neden Erkan’ı seçer?
Bu arada Erkan’ın arkadaşı Koltuk Nizam’ı, sürekli gittiği balıkçının sahipleri Bahri ile İsmail’i, sonlara doğru da ruh halini düzeltmesi için Deniz’i götürdüğü Doktor Eğreti Osman’ı tanırız.
Kahramanımız, Akra’da, beyaz tenli, sarı saçlı, bıyıklı ve kırklı yaşlarda bir adam olan Tanrı’yla tanışır. Bu arada, masasının arka tarafında, pırıl pırıl parlatılmış Türkiye’ye özgü bir boyacı sandığı görür. Eskiden ayakkabı boyacılarının kullandığı, şimdilerde sadece mekanlarda, nostaljik olarak sergilenen bu sandığın Gana’da ne işi olabilir? Üstelik adam, bozuk bir aksanla, Türkçe konuşmaya başlar. Sonra gerçek adının Serhat olduğunu öğreniriz.
Romanın dili, sade ve esprili… Bir oturuşta okunabilecek nitelikte. İlk sayfasından son sayfasına dek, merak uyandırır. Her bölümde yeni bir sır perdesi aralanır. Serim, düğüm ve çözüm, kademe kademe ilerler. Kurgu ve bölümlerin işleniş planı çok iyi yapılmış olduğu için, son sayfaya kadar heyecan bitmez. Yazar bizi sürekli şaşırtır.
İleriki bölümlerde, Serhat’in gerçek anne ve babası olan Serkan ve Şengül’ün trajik hikâyelerine şahit oluruz. Makafui ailesini ve onu çocuğuymuş gibi büyüterek işlerinin başına geçiren Francois’i tanırız. Bütün bu olayların ardında, çok büyük sırların saklı olduğunu fark ederiz.
Tanrı’yla görüşmeler devam ederken, Erkan’ı sıkıntılı günler bekler. Üstelik sadece hayatı değil, çevresi de değişir. Sürekli gittiği balıkçı lokantasının sahibi olan iki ortak, Bahri ve İsmail, çok yakın arkadaş olmalarına rağmen ayrılırlar. Her ikisi de başka insanlarla iş ilişkilerine girer. Yazar, bu durumun okuyucuda şu etkiyi uyandırmasını ister: Bütün bunlar kurgu da olsa, aslında, yaşamın ta kendisi. Nitekim bunu Erkan’ın ağzından apaçık ifade eder: “Her şey olağandı. Her şey olabilirlik sınırları içerisindeydi. Ölümler, doğumlar, savaşlar, ayrılıklar, tutkular, cinayetler, sevgiler ve nefretler… Yaşanmıştı, yaşanıyordu ve yaşanacaktı.” (s.114)
Yazar romanın sonunda, yine Erkan’ın ağzından temayı verir: “İç sesim haklıydı; kendimiz ve çevremiz için yarattığımız kutsallar, tabular, vazgeçilmez saplantılarımız, sonumuz oluyordu ve kendi canavarımızı kendimiz yaratıyorduk.”
Kenan Çığır hakkında:
1962, Afyon doğumlu. 9 Eylül Üniversitesi İşletme Bölümü mezunlarından. Uzun yıllar özel sektörde, farklı kurumlarda yöneticilik yaptıktan sonra, 2014 yılında emekli olur.
İlk kitabı Güzel Gözlü Kadın (2016) beş öyküden oluşur. Göçmen Kızı (2017) adındaki diğer romanı, samimiyet ve samimiyetsizliğin, sevgi ve tükenmişliğin, hırs ve saflığın iç içe geçtiği hayatları kapsar. Aşk Gözlüğü (2019) adlı son kitabında ise, köşe yazıları ve denemeleri yer alır.
Ayşe Korkmaz – edebiyathaber.net (10 Haziran 2019)