Yine yağmur yağıyor, çok eskiden severdim yağmuru, tertemiz oluyorum diye. Hatta yeni çinkonun çıkardığı ses masal gibi gelirdi bana. Sonra rüzgar, hırçın bir çocuk gibi gezer dururdu her yerimde. Oynasın bırak, derdim, bazen onu ninni söyleyip avuturdum. Bahçemdeki ağaçlarla dost olmuştum, çiçeklerin nazlarını da çekerdim, onlara bir şey olmasın, aman küsmesinler, solmasınlar isterdim. Bahar geldiğinde bahçedeki ağaçların çiçeklerini, kuşları, toprağın üzerinde yeniden canlanan, hayatla karışan hayvanları severdim.
Yıllar yıllar önceydi. Artık yaşlandım, 60-65 yıl sonra üzerine bir ağırlık çöküyor, daha yavaş oluyorsun sanki,her gün bir yerin dökülüyor, sabahları mutlu ve gülen bir yüzle karşılamıyorsun artık, hatta kesilen ağaçlara, çöplüğe dönen bahçeye bile aldırmıyorsun. Kim gelip gidiyor, umurunda da olmuyor pek. Gelen fazla kalmıyor zaten, bir yolunu bulup kaçıyor. Eskisi kadar çocuk kahkahası da duymaz oldum sokaktan. Sanki insanların suratları daha bir asık, insanlara da ne oldu anlamıyorum.
Eskinin canlı, neşeli mahallesi değil burası artık. Herkes yaşlandı, yaşlılar öldü. Ağaçları kestiler önce, çocukların oynadıkları çimenlerin üzerine beton döktüler, arabalarını güvende tutmak için. Bizler de eskidik tabi, tanıdık ahbap kalmadı; birçoğunu yıktılar, yeni ve çok yüksek binalar yaptılar. Öyle kendini beğenmişler ki iki çift laf edilmiyor onlarla. Üstelik böyle mağrur olduklarına da bakmayın çoğu iki oda, bir salon, daracık, bir bahçeleri bile yok. Anneler çocuklarını sokağa da bırakmıyor artık. Çocuklar eve, evler yalnızlığa, insanlar çalışmaya mahkum olmuş gibi, üstelik müebbet.
Önceleri içeride kim var, kim yok merak ederdim, mutfakta ne yemek pişiyor, hatta bahçede çocuklarla saklambaç bile oynardım. Ben ebe olurdum, yumardım gözlerimi, onlar saklanırdı. Artık bir kasvet çöktü üzerime, her yerim karardı, yüzüm soldu, beni ayakta tutan her şey yavaş yavaş çürüdü. Gelen gidenle pek ilgilenmeyişim ondan, biliyorum benden de vazgeçtiler; kaçtır birileri geliyor, oramı buramı ölçüyor, alacaklar belli. Benim de artık yaşamaya pek gücüm kalmadı.
Her şeye hazırlıklıydım yani. Ama bu kadın ve çocukları geldi geleli işler değişti. Kendimi topladım, onlar için daha güçlü olmalıyım. Daha sağlam basmalıyım toprağa; soğuğun, rüzgarın, yağmurun önünü kesmeliyim, almamalıyım onları içeri.
Geldiklerinde hiç önemsememiştim, bir kış günüydü, yine iliklerime kadar ıslatmıştı yağmur beni, üstelik rüzgar da acımasız esiyordu yüzüme yüzüme. Sonra onları gördüm beş çocuk, ikisi kadının kucağında, büyük olan en fazla 10 yaşında, elinde bir bohça. Korkak, çekingen, o kadar zayıflardı ki bakmaktan korktum. Sanki dokunsam yerle bir olacak evler gibiydiler. Soluk, mahzun, ıslanmış. Bana baktılar, içeri girip oturdular yere, eşyalar ve babaları sonra gelecek demek ki diye düşündüm. Hiç gelmedi onlar. O gece öyle buz gibi taşlarımda, analarının çarşaflarını üzerlerine örtüp uyudular. Ne zaman yemek yapacaklar diye bekledim, belki eski sobayı yakarlar diye bekledim, yalnız kadın bir ara iki çocuğu emzirdi ancak öyle sustu yavrucaklar, o incecik bedeninden süt çıktığına da pek inanasım gelmedi ya neyse. Sabah ola hayrola, dedim içimden, bu yağmur da diner belki, dedim. Sabah kadın sessizce kalktı, çarşafı çocukların üzerinden sökerek aldı, kapattı kendini, etrafı nasıl görecek, diye düşündüm. Başı yerde hızlı adımlarla yürüdü sokağı, bakkal henüz açmamıştır diye geçirdim içimden, ama o bakkala değil çöplere yöneliyordu.
Yırtık bir kilim, yayları çıkmış, döşemeleri solmuş koltuklar, eski tahtaları birleştirip yaptıkları karyola ve yalnızlık doldurmuştu içimi. En azından çocuklar artık taşta değil bunların üzerinde yatabiliyorlardı. Sonra bir gece ne zamandı bilmiyorum, herkes uyuyunca kadın bir kenara çekildi, açtı simsiyah uzun saçlarını, iri siyah gözlerini uzun ve nemli kirpiklerinin ardına saklayarak dikti duvarlarıma benimle konuşmaya başladı. Şaşırdım önce, telaşlandım, beni nasıl fark etti, dedim. Bu yaşımda bir evdim, şimdiye kadar beni anlayan olmamıştı, bu yaşımda bir evdim böyle yalnızlık, böyle acı görmemiştim. Elini taşlarıma sürüp ağlıyordu, bu daha da çok yakıyordu canımı. Bazen ağlamayı bırakıyor anlatıyordu; memleketini, savaşı, kocasını, anasını, babasını, kardeşlerini, uzun ve acı dolu göçünü. Savaşı oldum bittim sevmezdim ben, insanların neden birbirlerini öldürdüklerini de anlamazdım hiç. Neyi paylaşamadıklarını, neye kin güttüklerini ve kendi sonlarını hazırlayan silahları neden yaptıklarını hiç ama hiç anlamazdım. Onlar geleli yağmurlar, karlar bitti; bazı ağaçlar çiçek açtı, güneş küçük oyunlar oynuyor bulutların ardında. Mahalle hiç olmadığı kadar soğuk geliyor artık bana, biri de bir gün olsun kapımı çalmadı, bahçemin duvarlarının önünden geçerken görüyorum onları, neden bilmem öfkeli, mesafeliler, kızgınlar. Gerçi artık herkes yabancı birbirine. Çocuklar gülmüyor ne zamandır, hepsinin yüzünde korku, ellerinde balonları, uçurtmaları olan çocukları özledim, elma şekeri satan yaşlı amcanın etrafında mutluluktan çığlık atan çocukları özledim.
Ne diyordum, yaşlandım artık, her yerimden su damlıyor, çinkom delik deşik, çocuklar yatarken ıslanmasın istiyorum, üşümesinler. O yüzden bahar da olsa sevmiyorum yağmurları artık.
Özlem Demiralev kimdir?
1974 yılında Mersin’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı mezunu.23 yıldır öğretmenlik yapıyor.Anne. Ayrıca, “Küçük Asi Martı” adında bir öykü kitabı var.