Kısa bir bekleyişten sonra asansör geldi. Esmer uzun boylu delikanlı,“Günaydın,” diyerek içeri girdi.Hiç kimseden ses çıkmadı. Sanırım kulak doktoruna ihtiyaçları var, diye düşündü. Yan tarafındaki mini etekli genç kız dikkatini çekti.Ojesi ve ruju pembeydi. Sarı saçları, bal sürülmüş gibi parlayan dudakları, iri ela gözleriyle magazin dergilerinden fırlamış mankenlere benziyordu. Kızın önünde hafif topluca, orta yaşı devirmiş bir kadın vardı;abartılı denecek kadar iri dudakları karşısındaki insana gülüyormuş hissi veriyordu. Etrafa komiklikler yapan, üç yaşında gösteren minyon görünümlü sevimli bir kız çocuğunun elinden tutmuştu. Kafasında yedi köşeli Saman Pazarı kasketi olan, sakallı bir ihtiyar ile kırklı yaşlarda görünen, karnı burnunda kadın, asansörün diğer iki sakiniydi. İhtiyarın sağ eli belinin üzerindeydi; canı yanıyor gibi hafif eğik duruyor; başını sağa sola oynatarak oflayıp pufluyordu. Hamile kadın, buz mavisi kot pantolonla, içinde bordo oduncu gömleği olan, beyaz, yuvarlak yaka, kısa kollu, üzerinde bebek figürü ve büyük harflerle HELLO MOM yazılı uzun bir bluz giymişti.Asansörün tam ortasında durmuş; utanıyor gibi başını yere indirmiş;pudra renkli spor ayakkabılarına bakıyordu.Orta yaşlı, dikdörtgen suratlı, bir deniz komando subayı –sivil giyimliydi- ve daha genç iki erkek tabloyu tamamlıyordu. Son binen atletik yapılı Yull Bryner kafalı adam, yaz yüzünü gösterince çiçekler açmaya başladı, diye düşündü; gözü mini etekli kızın üzerindeydi. Kapı dışarıda bekleşenlere aldırmadan kapandı; asansör hareket etti. Subay, gergin bir ifadeyle tavana bakıyor, Ağustos başında izin alır, denize kaçarım, diye düşünüyordu. Diğer iki erkek –arkadaştılar- etrafa çepeçevre göz attıktan sonra köşelere bakmaya karar verdiler. Genç kız, donuk bir ifadeyle ve bir kraliçe edasıyla tam karşıya bakıyordu.
Büyük ve rahat bir asansördü. Üç ya da dört misli insanı daha of demeden alırdı. Giriş kapısının karşısında boydan boya bir ayna,kalan iki kenarda emekli şarkıcı ve aktrisin, yatak reklamı vardı. Oldukça geniş bir alanı kaplayan, bu görkemli binaya da –gökdelen demek daha doğruydu- böyle bir asansör yakışırdı. Altta, beş katlı modern bir AVM üstünde on katlı özel hastane, kalan otuz beş kat, ulusal yayın yapan iki televizyon şirketi,rezidans ve ofis dairelerinden oluşuyordu. “Anneanne, büyüyünce ben de bu ablanın giydiği gibi etek giyebilir miyim?” dedi, küçük kız. Bir yandan da kıkır kıkır gülüyordu. Herkes kafasını ufaklığa doğru çevirdi. “Bana da böyle topuklu pabuç alır mısın?” diye devam etti. “Sus kızım ayıp olur; ablaları ve amcaları rahatsız etme,” diye yalancı bir kızgınlıkla azarladı torununu. “Hayır, ayıp olmaz, bu pembe ojelerden de istiyorum, bana ne,” diye mızmızlandı. Son binen adam kahkahayı patlattı. Diğerleri tepki vermedi. Aynı ciddilikle tavana, köşelere, farklı yerlere bakmayı sürdürdüler. Anneanne, “Sana dondurma alacaktım, unuttun mu?” diye sordu. “Dondurma istemiyorum, oje istiyorum,” diye yüksek sesli şımarık tonlu bir ağlama tutturdu, çok geçmeden de sustu.Asansör posta treni gibi neredeyse her katta duruyordu. Sekizinci kata geldiklerinde kapının önü tıklım tıklımdı. Subay geri çekildi. İki kişi inerken, yedi kişi bindi.
Henüz yolun başındayız; en kalabalık anda butona basarım. Sonra hep birlikte havaya uçarız,diye geçirdi içinden; mutsuz bir şekilde spor pabuçlarına bakmaya devam eden kadın. Heyecanı belli olmasın, davranışlarından şüphelenilmesin diye olağanüstü bir çaba gösteriyordu. Bedeninin üst bölümünde, elbisesinin altında, branda kumaşından yapılmış, can yeleğine benzer giysisinin ön ve arka yüzünde özel hazırlanmış ceplere konmuş, yirmi dört tane bomba lokumu vardı;ince bir kabloyla birbirine seri şekilde bağlanmıştı. Karnının üzerinde içi süngerle doldurulmuş, iki kenarından çıkan bantlarla arkada birbirine bağlanmış yarım daire şeklinde bir çıkıntı vardı. Dikkati çekmemek için hamile rolü oynuyordu. O sayede güvenliği çok rahat geçmişti.Binanın girişine kadar rehber eşliğinde otomobille gelmişler, otopark güvenliğinden geçerken ardından izlenmişti. Abartmadan, iki yana hafif sallanarak yürüyordu. Elindeki çantayı kontrol etmişler,x-ray cihazının yanından elini kolunu sallayarak içeri girmişti. Köyü ve çocukluğu geldi aklına. Anneannesinin kucağındaki şu küçük kızdan, taş çatlasa iki yaş büyük olsa gerekti; kara kuru onun gibi zayıf bir şeydi. On iki yaşındaki abisiyle iki koyun ve üç kuzudan oluşan geçim kaynaklarını güdüyorlardı. Yüksek bir tümsekten atlayayım derken, yüzükoyun düşüp dizleriyle, ellerini kanatmıştı. Katıla katıla ağlıyordu. Kendisi gibi çelimsiz abi, sürüyü önüne katıp kardeşini kucağına almış; yarım saatlik bir yolculuktan sonra eve gelmişlerdi.Annesi ve kardeşlerini düşündü. Özellikle, birlikte davar güttükleri Feyzullah Abisini!Nihayet intikamını alacağım, düşünüyordu. Yalnızca patlama sesi duyacağını, sonra hiçbir şey hissetmeden sonsuza dek yok olacağını biliyordu.
Feyzullah’ın ölüsünü yalvar yakar almışlardı. Hoş, vermeseler, ilçede büyük olaylar çıkacaktı. Komutan anlamış, Ankara’yla konuşmuş, istemeyerek de olsa cenazeyi vermişti. En az bin kişi vardı köy mezarlığında. Babası yıllar önce, Diyarbakır Ceza Evinde –yetkililer inkâr etse de- işkenceyle öldürülmüştü. Ne kadar yalvarsalar da o zaman kocasının cenazesini göstermemişlerdi anasına. “İçimde ukde kaldı,” der ağlar, gezerdi. Şimdi, “Oğlumun yüzünü göreceğim,” diye tutturmuştu. Olmadık diller dökmüşler, vazgeçirmeye çalışmışlarsa da, damarı tutmuştu; la diyor, lo demiyordu. Mezarın başında tabutun kapağını kaldırıp, Feyzullah’ın yüzünün bir bölümünü açmışlar ki, ne açsınlar! Plastik bir bebeğin kafasına asker postalıyla bassan nasıl yamyassı olur? Öyle dümdüz. Simsiyah yüzünün yarısı var, yarısı yok; kâğıt gibi olmuş. Dişler ağzının dışında takma diş gibi, bir noktadan alt çeneye tutunmuş, tutunmamış sallanıyor. Anası şivanı kopartmış, yer gök inlemişti.
Anneannesine, “Şu teyzenin yanına gitmek istiyorum,”dedi, ufaklık. Hamile kadını gösteriyordu. “Parmakla işaret edilmez, çok ayıp,” dedi, anneanne, “Dikkat et, düşme. Teyzeyi de rahatsız etme,” diye tembih etti. “Tamam” diye konuştu, küçük kız; iki adımda canlı bombanın yanına geldi. İnşallah çok durmaz diye dua ettikadın. Hafifçe geri çekildiyse de, “Bebeğin büyümüş,” dedi, eliyle göbeğine dokundu. Geriye sıçradı, nereden çıktı şimdi bu çocuk, diye düşündü. Yeğenleri geldi aklına. En şirin tavrını takınmış, ufak kıza bakıyordu; bir yanı, hemen başından çekip gitsin istiyor, öbür yanı istemiyordu. “Senin adın ne?” diye sordu, zoraki bir gülümsemeyle. “Anneanne adımı söyleyebilir miyim?” dedi, minik kız. ”Bu Teyze yabancı sayılmaz, söyle adını,” diye yanıtladı, anneanne. “Adım Buse,” dedi, küçücük elini öne doğru uzatmıştı. “Sibel,” dedi, canlı bomba; tokalaştılar. Sustu, kadın; karmakarışık duygular içindeydi; Buse,bir an önce yanından uzaklaşsın istiyordu. Gülüyormuş gibi yapıyorsa da gözü anneannesinin üzerindeydi. Al torununu, çabuk git buradan, diye sanki çığlık atıyordu. “Senin kızın mı olacak?” diye, sordu küçük kız.“Bilmiyorum,” diye, tedirgin bir şekilde yanıtladı, kadın. “Keşke senin gibi güzel bir kızım olsaydı,” diye sürdürdü konuşmasını. Aynı anda iki gözünden iki damla yaş, yanaklarından çenesine doğru akmaya başladı. “Niye ağladın? Oğlun olursa diye mi üzüldün? Ben senin de kızın olurum; ağlama lütfen,” diye konuştu Buse. “Ağlamadım, gözüme bir şey kaçtı herhalde,” diye konuştu kadın. Benim ne yazık ki, kızım da, oğlum da olmayacak, daha doğrusu ben olmayacağım, diye geçirdi içinden. Ne kadar sevimliydi Buse kız. Bir yetişkin gibi ne kadar güzel cümleler kuruyordu. Ne kadar masumdu. Bu suçsuz çocuğun ne günahı var, diye geçirdi içinden. Gayrı ihtiyari eğildi, yanaklarına öpücük kondurdu. Sonra küçük kızı kucağına aldı. Aynı anda, eyvah ben ne yaptım, diye, dehşete düştü. Hemen indirse dikkat çekeceğinin farkındaydı. Bomba lokumlarına ve fünyelere dokundurmadan tutabilmek için olağanüstü gayret sarf ediyordu. “Karnında bebeği var, teyzeyi daha fazla yormadan iner misin aşağı Buse,” dedi anneanne. Bir yandan da torununu almak için uzandı. Canlı bomba, minnetle yüzüne baktı, kadının. Asansörden insinler istiyordu. Onlar ininceye kadar butona dokunmayacaktı.“Bana ne, bana ne,” dedi minik kız. Kucağında olduğu teyzesine daha sıkı sarıldı. Kayar gibi olduysa da, aniden yukarıya doğru tırmandı. Sağ eli kadının arkasındaki patlayıcılardan birinin üstüne geldi. İrkildi birden Sibel –gerçek adı Arjin’di-hemen elini Buse’nin elinin üzerine koydu. Patlama olmamıştı. “Çok şükür,” dedi. Küçük kızın eli, bomba lokumunun üzerinde duruyordu; birden çekerse felaket olurdu. Ne yapsam diye, çare bulmak için düşünse de aklına bir şey gelmiyordu. Diğerlerinin yaşamı umurunda değildi. Buse’ye bir şey olacak diye aklı çıkıyordu.“Sibel teyze senin sırtında bigudi mi var?” diye sordu. Arjin’in yanıt vermesine fırsat kalmadan, anneannesi, “Ne saçmalıyorsun? İnsanın sırtında bigudi mi olurmuş? Çabuk in artık aşağıya, karnında bebeği var. Teyzeyi çok yordun,” diye konuştu. Ve torununu almak için kararlı bir hamle yaptı. “Durun, sakın yapmayın,” dedi kadın. Gözleri korkuyla büyümüş, benzi bembeyaz olmuştu. “Neden?” diye sordu anneanne. “Torunumu almak istiyorum. Hadi verin bana lütfen?” dedi; bir kez daha davrandı. “Hayırr!” diye bağırdı Arjin. Saniyenin onda biri kadar dahi düşünmeden, “Boş bulundum kucağıma aldım. Ben canlı bombayım. Bu günahsız yavruyu kurtarın. Eli bedenimdeki bir bomba lokumunun üzerinde duruyor. Asansörü durdurun, birilerine haber verin. Çabuk olun, çabuk…” diye feryat etti. Bir yandan da, Buse’nin ellerini ve bedenini sımsıkı tutmaya devam ediyordu. Subay kadının yanına doğru yürüdü. “Ben komando subayıyım, sana ve minik kıza yardımcı olacağım,” dedi. “İki elini de sabitleyeceğim, söyleyeceklerime riayet et,” diye konuştu. Kadının bir şey söylemesine fırsat vermeden, çocuğu ve çocuğun bombanın üzerindeki elini tutan ellerini, avuçlarının içine hapsetti. Aynı anda Hemen herkesten, Ooo, diye bir uğultu yükseldi. Birkaç kişinin işaret parmağı aynı anda ‘İmdat’ butonunun üzerine gitti. Asansör el freni çekilmiş araba gibi bir anda durdu. Kapılar açılır açılmaz içeridekiler kendini dışarı attı. Anneanne çıkmamıştı, yanlarında duruyor nemli gözlerle torunu izliyordu. Herkes telefonlara sarıldı. Subay, “Asansörün önünde durmayın. İyice geriye güvenli bölgeye doğru çekilin,” dedi. Küçük kız bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı. İrileşmiş gözlerle çevreye bakıyor; ağlasın mı ağlamasın mı karar veremiyordu. “Sibel Teyzenin, koynunda bomba mı var?” diye, sordu.
“Evet, kızım sakın kımıldama,” dedi, anneannesi.
Neden koymuş oraya?”,
Yanlışlıkla olmuş bebeğim.”
“Çok korkuyorum,”
Korkma, bu amca yardımcı oluyor; polis amcalar da gelecek. Çok geçmeden kurtulacaksın güzel kızım,” dedi. Gözünden akan yaşları saklamaya çalışıyordu.“Tamam,” dedi Buse. Çok da ikna olmuş görünmüyordu. Subay, sakin bir ses tonuyla “Sen ne kadar tatlı bir kızsın. Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” diye, sordu. “Balerin,” diye yanıtladı. Şaşırmış gibi gözlerini kocaman açtı. “Demek sanatçı olacaksın. Gözlerinden zekâ fışkırıyor. Başarılı olacağına inanıyorum. Peki, futbolu seviyor musun?” “Hayır. Voleybolu seviyorum. Belki voleybolcu da olu…” Buse sözlerini bitiremedi. On terörle mücadele polisi ve üç kişilik bomba imha ekibi yandaki ikinci asansörden dışarı çıktı. Özel bir kumaştan üretilmiş, hakiye yakın koyu yeşil bir tulum giymiş, robot gibi yürüyen, uzman, subaya dönerek, “Siz kimsiniz? Öğrenebilir miyim?” diye, sordu. “Deniz komando Yüzbaşı Salih,” diye yanıtladı. Başıyla selamladı, “Bomba imha uzmanı Başkomiser Okan. Baş selamıyla karşılık verdi. “Gerekeni yapmışsınız. Teşekkür ederiz komutan. İzninizle biz devralalım görevi,” dedi. “Tabi ki,” diye karşılık verdi subay. “Sırrı aletleri ver,” diye bağırdı, uzman. “Emredersiniz Başkomiserim,” diye yanıtladı Sırrı. Yanlarında getirdikleri alet kutusundan, bir ameliyat makası, bir de küçücük yeşil saplı bir yan keski çıkartıp, verdi. Bu kez anneanneye, “Lütfen koridora çıkar mısınız,” dedi. “Siz de lütfen torunumu kurtarın,” diye bir kez daha yalvardı anneanne; koridora doğru yürürken gözü, Buse’nin üzerindeydi. Kadına döndü uzman, “Çocuğun ellerini iyi tut, oynatmasına izin verme,” diye yüksek sesle emretti. Sessizce kafasını salladı Arjin. “Sırrı sen de kadının ellerini tut. Nasıl yapacağını biliyorsun,” diye bağırdı. “Emredersiniz,” diye yanıtladı Sırrı. Yeşil tulumunun içinde ördek gibi yürüyerek, kadının ellerini Yüzbaşının ellerinden teslim aldı. “İşimize başlıyoruz,” dedi uzman. “Hadi hayırlısı,” dedi subay.
Başkomiser, dikkatli bir şekilde yakasından başlayarak aşağıya doğru, elindeki makasla giysiyi kesmeye başladı. Bel hizasının az altına inince, bomba lokumlarıyla donatılmış yeleğin tamamı ortaya çıktı. Sırt kısmını da aynı dikkatle kestikten sonra derin bir nefes aldı; alnındaki terleri sildi. Polislerin asansörün önünde yaptıkları engellemeye rağmen, hiç kimse uzaklaşmamış. Tersine yeni meraklılarla kalabalık bir grup oluşmuştu. Herkes nefesini tutmuş olan biteni izliyordu.Butonun ucundan geriye doğru yürüdü. Kablo, ön tarafta en soldaki bomba lokumunun kafasına gidiyor; sonra ondan ona, yirmi dört bombayı dolaşıyordu. Yan keskiyle dikkatlice yaklaştı. Nefesini tuttu; ilk bombanın iki santim yukarısından kesti. “Oleyy,” diye ortak bir sevinç dalgası yükseldi. Hemen Buse’yi Arjin’in kucağından aldılar. Anneanne torununu kucaklarken yüksek sesle ağlıyordu. “Sırrı, kadının ellerini yukarıda tut; sıkı tut,” diye bağırdı amir. Bomba dolu yeleği askılarından ve bağlantı yerlerinden keserek, kadının üzerinden çıkardı. Terörle mücadele ekibinden bir polis, Arjin’in saçlarını sertçe kavrayarak “Yere yat orospu,” dedi. Birkaç polis aynı anda üstüne çullanıp, yüzükoyun yere yatırdılar. Ellerini arkadan kelepçeleyip, hoyratça kaldırdılar. Amir, “Hadi gidiyoruz,” dedi. Arjin’i sürükler gibi götürürlerken, Buse kız arkalarından üzgün gözlerle bakıyordu.
Yusuf Uzunyol kimdir?
1949 Erzurum doğumlu. Ankara’da yaşıyor. Yıllarca ticaretle uğraştı. Yazma serüveni, 2009 yılında UM-AG la tanıştıktan sonra başladı. O tarihten bu yana öyküler yazmaya çalışıyor.
edebiyathaber.net (25 Haziran 2019)