“Hiç anlamıyor. Kaybolmuş ne demek? Koca adam nasıl kaybolsun? Hiç mi yol iz öğrenememiş bunca zaman şehirde? Mümkünü yok, gelir mutlaka. Olmadı birilerine sorar yolu, bulur gelir. Umudu hep sıcacık göğsünde.
Gelmiyor.”
Oysa öyle kolay ki kaybolmak. Koca şehirlerde, beton denizlerinde. Metal ucube yığınlarının arasında. Toplu taşıma araçlarının nefes aldırmayan yakınlığında. İnsanların tenlerinde. İnsanların gözlerinde, ağızdan bir anda çıkan hoyrat sözlerinde. En çok da bizzat kişinin kendinde.
Kaybolmak çok kolay. Bir kayıp olarak yaşamak ve ölmek çok kolay. Kendini hiç bulamadan, kendini hiç doğuramadan.
Yeşile hiç uzanamadan, bir sokak köpeğini ağzının ortasından öpemeden. Kaybolmak. Kolay.
Bir saplantı mesela; kaybetmez mi insan kendini yıllarca bir saplantının içinde? Yavaş yavaş dönüşmez mi saplantının kendisine?
“Kızı tablonun başında bırakıp dolaptan iki bira alıp geldi Başar, resim sergisindeymiş gibi ellerinde içkileri, tablonun önünde dikilmeye devam ettiler. İkinci ve üçüncü biradan sonra Serap’ın da konudan kendisi kadar uzak ve bilgisiz olduğunu fark edince, birden varlığı fazla geldi. Baştan savmanın yollarını aramaya başladı. Kalk, git de denmez ki. Dışarı çıkacağım dese, bu durumda acayip olacak, uyuyacağım dese olmaz, kız arkadaşım gelecek dese… Neme lazım!”
Bir korku mesela; bir korku insanın benliğini boşaltıp kurulmaz mı hayatının tepesine? Tepe taklak etmez mi her şeyi? Ruhunu, dirimini ele geçirip zombiye çevirmez mi insanı? Bir tablonun içine hapsetmez mi mesela?
“Orada öylece yatan adama bakarken fark etti; Başar giderek tablodaki adama benzetmişti kendisini. Sakalı, duruşu, yaşlı adamlar gibi yavaş ve aksak yürüyüşü, neredeyse yüzündeki çizgileri bile.”
Arzu Bahar’ın ikinci öykü kitabı Kayıp, mayıs ayında Alakarga etiketiyle raflarda yerini aldı. Çok kısa sürede ikinci baskısını da yapan Kayıp, bana sorarsanız öncelikle Arzu Bahar’ın öykücülüğünde aldığı yolu gösterdiği için önemli. İlk kitabı Kovulmadım, Ben Ayrıldım’ı da keyifle okumuş biri olarak, Kayıp’ta yazarın derinliği arttırdığını, kendini daha cesur ortaya koyduğunu söyleyebilirim.
Adından da anlaşılacağı gibi, öykülerde kayıp, delilik, saplantı, ölüm ve yalnızlık öne çıkıyor.
“Ölüm ve yaşam pencerenin iki tarafında yüzleşiyor.”
Ölüm ve yaşam yüzleşirken Arzu Bahar bu karşılaşmanın gri tarafında duruyor, ruhun – ve tabii toplumun – kirlenmesini işliyor.
Acımasızlığın karşısına saflığı çıkarıyor, kimi nasıl da iç içe geçebildiklerini anlatıyor.
Bizden alınanları, bize unutturulanları, artık neredeyse kabullendiğimiz “kötülüğün sıradanlığını” okurun yüzüne çarpıyor.
“Ta ki televizyonda kayıp çocuklarını arayan anneleri duyana kadar bekliyor. Günlerce evirip çeviriyor kafasında. Gitse, dese ki böyle böyle, benim de abim kayboldu, rastladıysanız unutmazsınız. Böyle kara kaşlı kara gözlü, sıksa taşı suyunu alır, hele sesi, duyduysanız bilirsiniz. Dediğinin önemi yok, hep dünyanın en güzel şeyini anlatıyor gibi konuşur.”
Kayıp sözcüklerle bir sınır bölgesinin resmini çiziyor. Abartmadan, lafı dolandırmadan, hüznünde bile okuru boğmadan. Adeta kucaklayarak.
Koca şehirlerde. Beton denizlerinde.
Anıl Ceren Altunkanat – edebiyathaber.net (26 Haziran 2019)