Edith Warton’ın Ethan Frome’unu okumaya başladığımda her zamanki gibi önsözü ve özgeçmişi okumayı sona bırakmıştım. Yazarın, okuduğum ilk eseri olduğu için ve eserin adı da bir erkek adından ve soyadından oluştuğu için, dikkat eksikliği sonucunda kitabı bir erkeğin yazdığı duygusuyla okumaya başladım. Hatta kitabın son bölümlerine kadar bu böyle devam etti. Ama bir sorun vardı çünkü okuduğum her satırda kitabı bir kadının yazdığı hissine kapılıyordum. Bana böyle hissettiren detayları birazdan yazacağım. Romanın akışına öyle kapılmıştım ki yanılgımı kitap bitmek üzereyken anladım. Kitabı yazan Edith Warton’du ve bir kadındı.
Bu detayı neden yazdığımı merak etmiş olabilirsiniz. Çünkü bu anlattığım dikkatsizlik sonucunda geriye dönüp, kısa süre önce okuduğum başka yapıtlardaki kadın ve erkek yazarların edebi eserlerdeki yaklaşımlarını karşılaştırma isteği duydum. Ve karşılaştırmayı aşka yaklaşımları üzerinde yoğunlaştırmak istedim. Çünkü yazmayı istediğim dört eserden üçü aşk, tutku ve aldatma konularına yoğunlaşıyordu. Belirtmem gerekir ‘kadın yazar’ tanımını cinsiyetçi bulduğum için kullanmayı istemesem de bu yazıda erkek yazarların yazdıkları eserlerle karşılaştırma yapacağım için kullanmak zorunda kalacağım.
Yazıda ele alacağım dört eser:
Gustave Flaubert-Madame Bovarry (İletişim Yayınları- çev.Samih Tiryakioğlu), Alphonse Daudet-Sapho (İletişim Yayınları-Samih Tiryakioğlu), Edith Wharton-Ethan Frome (İletişim Yayınları-çev. Serpil Çağlayan), Elızabeth Gaskell-Cranford (İletişim yayınları- çevirenler. Taciser Belge, Fatih Özgüven)
Yazının başlığına dönecek olursak, romanın, sözcüklerin cinsiyeti yoktur elbette ancak sözcükleri kağıda aktaran yazarın cinsiyeti sözcükleri nasıl yönetir, hangi toplumsal önyargıların, baskıların, sansürün veya otosansürün etkisi altındadır? Yazıda onu irdelemeye çalışacağım.
Ethan Frome’da öpüşemeyen aşıklar ve kırılan turşu kabı
Zeena, Ethan ve Mattie Starkfield’ta yaşamaktadırlar. Ethan’ın karısı Zeena hastalık hastası, huysuz bir kadındır. Mattie de eskiden çok varlıklı olan fakat iflas etmiş zengin bir uzak akrabanın kızıdır ve karın tokluğuna Zeena’ya bakıp evin işlerini görmektedir. Ethan ve Mattie birbirlerine aşık olurlar ancak sevgisiz ve katı Zeena’nın varlığı evde buz gibi, her aralıktan sızan soğuk bir rüzgar gibi esmektedir. İkisi de parasızlıkla, toplumsal baskıyla ve Zeena’nın korkusuyla kuşatılmışlardır ve duygularını açık etmeleri imkansız görünmektedir.
Sanırım yazar bir kadın olduğunda durum iyice imkansızlaşır. O dönemin toplumsal normlarına, bir erkekten daha sadık olduğunu satır aralarında hissettirecektir. Ethan ve Mattie aynı evde yaşamalarına, Zeena’nın hastalığı nedeniyle sık sık başbaşa kalmalarına rağmen birbirlerinden olabildiğince uzak dururlar. Birbirleri için yanıp tutuşsalar da bırakın öpüşmeyi, ellerinin birbirine değmesinden bile imtina ederler.
Kitabın önsözünde Alfred Kazın şöyle der: “Edebiyatta talih, hayatta sahip olunan talihi tersine çevirebilir. Edith Warton’u besleyen, ona bir hanımefendi olarak imkanlar sağlayan lüks, romancılığına ihanet etmişti. Onu, yaşadığı dünyaya içkin olan şeyden uzak tutmuştu; görgüsünü arayan gözleri, tutkuları kaçırmıştı.” Burada aynı talihe sahip olan bir erkek romancı olmuş olsaydı muhtemelen toplumsal ahlak anlayışını çiğneyebilecek, Ethan ve Mattıe’nin birbirlerine dokunmalarına kalemiyle engel olmayacak ve büyük bir ihtimalle de roman farklı bir şekilde sonlanacaktı. Yazarın başka bir romanı olan Keyif Evi’nde kahramanının “Niçin en asil fikirlerimize hayal, en adi fikirlerimize gerçek deriz?” demesi de ilginçtir. Kaldı ki Alfred Kazın’in söylediği gibi, yazar topluma başkaldırdığı için değil, toplumdan sıkıldığı için yazar olmuştur. Yani yazmak onun için, bir çeşit kaçıp saklanma aracıdır.
Ethan ve Mattie’nin felaketi, Zeena’nın, ikisinin arasındaki yakınlaşmayı hissedip Matie’yi evden uzaklaştırmak üzere plan hazırlamak için evden bir geceliğine ayrılışıyla başlar. Zeena’sız, evde tamamen başbaşa kaldıkları tek gecedir. Birbirlerine açık etmeseler de başbaşa özel bir akşam yemeği yemek için hazırlıklar yaparlar. Yazar, alev kırmızısı kurdeleyi Mattıe’nin saçına, arzunun ve bastırılmış aşkın simgesi olarak, gizli bir işaret gibi özenle bağlamıştır. Bu özel akşamda heyecanla sofraya otururlar. Su sürahisinin kulpunda birkaç saniye yanlışlıkla birbirlerine değen elleri temas ettikleri tek andır. Bu da günah hanesine yazılmış gibi, felaketin startını verir adeta. Bu şaşkınlık anında Zeena’nın en sevdiği ve misafir geldiğinde bile kullandırmak istemediği turşu kabı yere düşüp kırılır. Bir kadından başka kim bir turşu kabına bunca anlam yükleyip kullanılmasın diye dolabın en üst rafına saklar ki? Bir kadın yazar da bir turşu kabını, belki de kırılan bir eşyanın uğursuzluk getireceği inancından yola çıkarak, romanın göbeğine yerleştirir. Seçilen bu eşyanın, mutfakta kullanılan bir kap olması tesadüf müdür?
Romanın sonuna doğru yaklaştığımızda, kadın yazarın kaleminin, adeta aşıkları cezalandırmak için kırıldığına tanık oluruz. Ethan ve Mattie birbirlerinden ayrılamazlar, ama başka bir yere kaçmak için ne paraları ne de cesaretleri vardır. Birlikte yapabilecekleri tek şey ölmektir ki onu da başaramazlar. Kızakla intihar girişimleri, Matie’nin felç kalmasına, Ethan’ın da ayağının sakatlanmasına neden olacaktır. Yazarın iki aşıktan sonra intikam aldığı kişi Zeena olur çünkü hayatının geri kalanında hem Mattie’ye hem de Ethan’a bakmak zorunda kalacaktır. Ancak bu sorumluluk onu sapasağlam, canlı kanlı bir kadına dönüştürdüğü için daha çok bir ödüldür. Kötü kalpli ve sevgisiz de olsa toplumdaki ‘evli kadın’ rolünü başarıyla oynadığı için verilmiştir bu ödül kendisine. Romandaki kahramanlar toplumun değerleri karşısında yenik düşmüşlerdir, üstelik açık ara farkla…
Feminist bir eril iktidar ya da Elizabeth Gaskell’in Cranford’u
Elizabeth Gaskell’in Cranford isimli romanının ilk cümlesi oldukça iddialıdır: “Her şeyden önce, Cranford, Amazonların elindedir; Belli bir kiranın üzerindeki bütün evlerin sakinleri kadınlardır.”
Başlığa takılıp Feminist eril iktidar olur mu diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Olur, kadınların arasındaki ilişkiler hiyerarşik bir biçimde devam ediyorsa, kadınlar erkekleri mümkün olduğu kadar uzak tutup çay partileri, davetler verip boneleri, dantel örneklerini, müslin ve ipekli kumaşları konuşuyorlarsa, şehrin dışındaki hayatı, ekonomik düzeni, siyaseti uzak ve anlaşılmaz buluyorlarsa, en iyi bildikleri şey eve, mutfağa, modaya, davetlere dairse, bu dünya -erkeklerin burnunu sokmadığı- ataerkil bir dünyadır. Yani erkek uzakta bir yerde olsa da iktidarını sürdürür, onu dışarıda tutmak, ataerkil zihniyeti de dışarıda tutmak anlamına gelmez.
Cranford’lu kadınlar, erkeklerin yaşadığı dış dünyayı uzak ve anlaşılmaz bulurlar. Ömrünü yalnızca bir şehrin sınırları içinde ve hemcinsleriyle geçiren bir kadının para, ekonomik ilişkiler, borsa, ülke yönetimi gibi konularda olabildiğince korkak ve cahil olması anlaşılabilir bir şey sanırım. Erkeleri dışlayarak, hatta onlardan nefret ederek bir yaşam inşa edildiği için aşka dair birşeyler söylemek de pek mümkün değildir. Cranford’da kadınların ilişkilenme biçimleri de farklıdır.
“Miss Pole ve Miss Jessie Brown Shetland yünü ve yeni örgü modelleri vesilesiyle bir ahbaplık geliştirmişlerdi.”
Elizabeth Gaskell de Edith Warton gibi geleneklere bağlı bir kadındı ve iç dünyasını romanlarına yansıttığını görürüz. Cranford ,erkeklerin kadınlara neyi yapıp neyi yapmaması gerektiğini söylemediği, kadınların gündelik yaşamlarına dair eğlenceli bir roman ama feminist bir yapıttır demek fazla iddialı olabilir.
Madam Bovary ve Sapho’da aşk ve sadakat
Madam Bovary kadın dünyasını o kadar iyi anlatan bir romandır ki, farklı zamanlarda birkaç kez okuduğum romanı, bir kadının yazmış olabileceği hissine kapıldığım çok olmuştur. Ama bize romanı bir erkeğin yazdığının ilk işareti, Emma’nın hikayesinin, -Geoffrey Wall’in önsözde de belirttiği gibi- kocası Charles Bovary’nin hikayesiyle çerçevelenmiş olmasıdır. Charles’ın çocukluğuyla başlayan roman, Emma Bovary’nin intiharından sonra yine Charles’ın gündelik hayatından sahnelerle biter.
Flaubert’in bir kadının dünyasını tüm hırsları, çelişkileri, masum yanları, pişmanlıkları ve çıkmazlarıyla bu kadar iyi aktarabilmiş olmasını, çok iyi bir dinleyici olmasıyla açıklayabiliriz belki. Hayatı boyunca burjuvazinin nasıl konuştuğunu çok iyi dinlemiş, hatta Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü adında bir defter tutarak en beğendiği sözleri buraya kaydetmiştir. Yani Flaubert hem iyi bir gözlemci hem de iyi bir dineyiciydi, bu da iyi bir yazar olması için ona çok büyük avantajlar sağladı. Geoffrey Wall önsözde “Flaubert Emma Bovary’i hayal edip yazarken, içinde kendisinin kadın olabileceği güvenli bir dünya da yaratmıştı.” Derken, aslında hemen her yazarın yaptığı bir şeyden bahsediyordu, yazarken kahramanla bütünleşmek.
Kitabı her okuyup bitirişimde acaba farklı bir sonla bitemez miydi diye düşünmüşümdür. Romanda her şey öyle ustaca örülmüştür ki, Emma’yı intihara sürükleyen süreç santim santim işlenmiştir. Ve bu son, kocasını aldatan kadına verilen cezanın en korkuncudur. Tolstoy’un romanı Anna Karenina’da da kocasını aldatan Anna, kendi yaşamına son verecektir. Kadın roman kahramanlarının erkek yazarların kaleminden çektiği nedir! Bakın görün, kutsal aileye ihanet ederseniz sonunuz böyle olur, kimsenin size birşey yapmasına gerek kalmaz, ölmeyi seçersiniz, mi demeye çalışmışlardır?
İlginçtir ki Ethan Frome’da bir kadın yazar olan Edith Warton da, evli erkeğe aşık olan kadını cezalandırmıştır. Birer okuyucu olarak bizlere, toplumun kutsallarının ve yasalarının, bir giyotin gibi hangi kahramanın boynuna ineceğini beklemek düşüyor sanırım.
Alphonse Daudet’in Sapho’sunda ve Gustave Flaubert’in Madam Bovary’sinde erotik sahnelerin, cinselliğin rahatça işlendiğini görürüz. Kadınlar fazlasıyla baştan çıkarıcı ve çekiciyken, erkekler de aşk oyunlarından çekinmezler. Aynı rahatlığı kadın yazarların eserleri olan Ethan Frome’da ve Cranford’da göremeyiz. Kahramanlar bazen birbirlerine yanlışlıkla dokunurlar. Bu noktada, bahsettiğimiz kadın ve erkek yazarlarda ciddi bir fark görebiliriz. Kadın yazarların kadın kahramanları ‘aile terbiyesi’ görmüş, ‘iffetli’ kahramanlardır ve ‘yanlış’ yaptıklarında kendi kendilerini cezalandırmayı da bilirler.
Daudet’in Sapho’sunda genç bekar Jean ile kibar fahişe Fanny Legrand arasında yaşanan aşk yine toplumsal yargıların geniş şemsiyesi altında kurgulanacaktır. Jean, cinsel olarak arzuladığı ve karşı koyamadığı Fanny’yi istediği zaman bırakabileceğini düşünerek ilişkisini sürdürür. Ancak birlikte yaşamaya başlarlar ve ilişki kopmaz bir hal aldıkça kendini bir çıkmazın içinde bulacaktır. Burada Fanny daha önce birlikte olduğu erkeklerin anlatımlarıyla da ispatlanmaya çalışıldığı gibi ‘silkeleyince düşecek’ kadınlardan değildir. Kendisini adeta Jean’e adar ve onunla bir hayat kurmak ister. Çünkü Jean’e gerçekten aşıktır. Yeşilçam filmlerinde sıkça işlendiği gibi, bir fahişe geçmişinden asla kurtulamaz, mutlu bir yuva kurma ihtimali ise yok denecek kadar azdır. Bunun böyle olmasında erkeğin rolü büyüktür, çünkü birlikte olduğukadının geçmişini unutması mümkün değildir, kendisi unutsa bile çevresindeki insanlar mutlaka hatırlatacaktır.
İlişkileri boyunca Fanny Jean’e sadık kalır. Ve yazar tarafından bir ‘aile kurmakla’ ödüllendirilir. Burada kadına mükafatı hakkettiren şey sadakattir. Fanny, Jean’la birlikte uzak ülkeye gitmez ve çocuk yaptığı eski aşıklarından birisyle evlenip çocuğuyla ve kocasıyla birlikte yaşamaya karar verir.
Fanny, toplumun da hoşuna gideceği gibi, seçimini aşktan yana değil aileden yana kullanacaktır.
Özlem Narin Yılmaz – edebiyathaber.net (2 Temmuz 2019)