Sıcacık Bir Ev, Özgür Çırak’ın ilk öykü kitabı. On iki kısa öykünden mütevellit, dupduru bir Türkçeyle yazılmış, bir solukta okunabilecek bir kitap.
Özellikle son yıllarda öykünün mümbit bir sahaya dönüşmesi biz okurların genç ve dinamik yazarlarla tanışmamıza sebep oluyor. Özgür Çırak da bunlardan biri ve oldukça dikkat çekici. Neden dikkat çekici? Çünkü sıkça gördüğümüz, suya sabuna dokunmayan, yazarın kendini dil üzerinde var etme inadıyla insanı ve insana ait olanı sentetikleştiren o iddialı durum-tavırdan olukça uzak bir yerde konumlanıyor.
Son zamanlarda en çok sorduğum soru, kitabın tam ortasında yazan bir Orhan Kemalimiz neden yok? Onun döneminde cereyan eden sınıf kavgası bitti mi yoksa? Yoksulluk kavramını lügatimizden sildik mi? Hayır, sınıf savaşı bütün hararetiyle devam ederken bir Orhan Kemal’in çıkmaması ancak bizim ayıbımız olabilir. O zaman hızla lümpenleşen, meselesiz hale gelen edebiyat anlayışını okur daha ne kadar sırtından taşıyacak?
Bir okur olarak insana ait sıradan şeyler okumak istiyorum. Yoksul insanların gündelik hayatlarını klişelerden kurtarıp ajitasyona kaçmadan, metinlerde görmek istiyorum. Bunun için de dönüp dolaşıp Orhan Kemal okuyorum; zira bu belirttiğim alanda silah kuşanan genç yazar bulamıyorum, göremiyorum. Eğer Orhan Kemal yaşasaydı Soma faciasını nasıl anlatırdı diye düşünmeden edemiyorum yahut onlarcasına şahit olduğumuz kadın cinayetleri ya da tecavüz gerçekliğini o dupduru Türkçesiyle yüzümüze nasıl çarpacağını tahayyül ediyorum. Eğer Orhan Kemal yaşasaydı kirasını ödeyemediği evde iki çocuğunun ısınması için saç kurutma makinesini çalıştırıp diğer odada kendini tavana asarak intihar eden anneyi nasıl anlatırdı diye düşünerek sancıyıp duruyorum.
Bütün bunlardan sebep Özgür Çırak’ın öykülerini çok sevdim. İlk öykü kitabı olmasına rağmen kalemini korkak alıştırmamış, oldukça cesur yazmış.
Hayatın içinde gündelik sıradan olayları merkeze çekip okurun zihnini ihata edebilme becerisini gösterebilmiş. “Fevkalade” şeyler anlatmadan, yani sihirbazlık gösterisi yapmadan, okuru kandırmandan “İşte ben bunu anlatıyorum, senin sıradan olan hikâyeni,” diyerek okura dürüst ve ilkeli davranarak okuru metinde tutabilmiş.
Bu kitabı okurken tekrardan aynı soru-sorunlarla yüzleşmiş olmak beni iyi hissettirdi. “Sıcacık Bir Ev”deki Taşeron, Yara, Yosun gibi öykülerin, lümpenleşmeye bir ampul gibi patlaması açıkçası hoşuma gitti.
“Rafineride uzun zamandır kullanılmayan naftalin tankını temizlemek için girmişti içine dört arkadaş. Yusuf onlardan biriydi. Daha yeni başlamışlardı ki bir ıslık sesi duydu Yusuf. Döndürdü başını. Tanıdık bir ıslıktı. Çocuk sayılacak yaşta, ağabeyiyle beraber, saman balyalarını traktörün römorkuna kaldırırken duyduğu ıslığın aynıydı. Her ıslıkta bir balyayı römorka yığarlardı, iki oğul bir baba. Çocuklar saman balyasını iterken, babaları römorkun tepesinde, köyün doğu sırtlarından tatlı bir meyille yükselen dağı kucaklayacak gibi açardı kollarını, evlatlarının kaldırdığı yükü tutup bastırırdı göğsüne. Biçilmiş buğday saplarına takılırdı henüz daha uzamamış gölgeleri. Dört dönüm tarlayı üç kişi hak ederlerdi. Biçilmeyi bekleyen tarlalar sıcaktan yanardı uzaklarda, otların üstünde ığıl ığıl bir kamaşma olurdu. Güneşin alnında, alabildiğine uzanan başakları seyrederken yere damlayıp dururlardı koca bir buz kalıbı gibi.”
Cem Kalender – edebiyathaber.net (3 Temmuz 2019)